30 Eylül 2011 Cuma

...

bir yalnızlık işareti




bir cam gibi önünde


yüzümü elinle sil

hohlayarak üstüne

seyret boş bir sokağa

hüzünle yağışını yağmurun.

sonra kaplasın yavaşça

ılık buğusu soluğunun

yüzümü baştanbaşa.



ve bırakıp gittiğinde

bir küçük boşluk kalsın

alnını dayadığın yerde;

bir yalnızlık işareti

işleyen ta içime.

m.a

28 Eylül 2011 Çarşamba

eylül ayının her mavi gününde,genç bir erik ağacı sessizdir...



içinden zamanın sessiz rüzgarını estirmeden geçmediği hiçbirşey yok, zamanı yıllarla saydığımızdan değil, eski gülümseyen fotoğraflarımızın soluklaşan baskılarından. dokuzon şilepleri hep kayboluyor karadenizin kapısında, sekiz çeyrek vapuru kaçıyor, istanbul trafiği keşmekeş, güneş gri bulutların arasında bir çocuk oyunu oynuyor. ne diyor, turgut uyar;

"eylül toparlandı gitti işte


ekim falan da gider bu gidişle

tarihe gömülen koca koca atlar

tarihe gömülür o kadar"
 
zaman da geçiyor işte, saat gizli kanatlarıyla uçuyor, bakıyoruz dokuz kırkbeş... ah şimdi gözlerimiz bir ağlamaktır tutturmuş* olabilir, hiç sebesiz...

22 Eylül 2011 Perşembe

ateşler yakıyorum parmaklarımla ve sana şarkılar söylüyorum kalbimle...


(tık&tık)

dün gece yağmur henüz yağmamış ama kendini müjdelemişken ve şehir medeniyetin ortasında bizi ışıksızlığa mahkum ederken, çok eski bir çocukluk oyununda olduğu gibi pikenin altında fenerle okunuyordu kitaplar. duvarlarda mumun titreşimi, eşyanın gölgesi, rüzgarın sesi ve sessizliğin sesleriyle ve belki de en çok kalbimin gürültüsüyle oturuyordum. parmaklarımız duvarda kurt şekilleri yapıp kulaklarını sallıyor, dışardaki köpeklerin sesleriyle hayat buluyordu. sertçe kapandı bir kapı, irkildim ve dağıldı duvardaki sürünün varlığı. çok eski bir söylemini hatırlayıp gülümsedim. ve aynı anda vadide heryer aydınlandı, ardından büyük bir gürültüye yenildi gökyüzü, elimdeki kitabın en arka sayfasını çevirip

  "ve   yağmur yağıyor.
incilerle donatıyor yakuttan çiçekleri.
bütün duygularım değişiyor."

diye yazıp tarihi not düştüm, seneler sonra birgün bu sayfaya baktığımda yağmur kadar, sessizliğinden düşen tuzlu damlaları da hatırlayabileyim diye.

y.

19 Eylül 2011 Pazartesi

...






artık hiçbir şeye karşı değilmiş gibi
kayıtsızım

yolculuğun sonunda ormanda duyduğum sesi öldürdüm
amacım yoktu sesi öldürürken, ses öldüğü için de
hala amaçsız sayılırım

ormana karşı değilmiş gibi kayıtsızdım
ormandan çıkınca şehrin ışıkları ve ışıkların
suda işaret ettiği anlamların adı olan dünya
ile karşılaştım

dünyaya karşı da kayıtsızım
“anlamıyorum seni” diyen birine kendimi anlatmak
üzere uzattığım kitap hâlâ okunmadığı için,
bir gecenin sonunda anlatılmamak için yaşanmış
gönderilmemek üzere yazılmış bir
mektuba koyarak…
mantıklı olan her şeyin nedenini aradım
nedenini aramadığım için artık yalnızca ölümü
ve aşkı seviyorum

konuşma haline gelmeyen şeyleri
susmalı ve sonra ormanın güzelliğinden söz etmeli:
“kış henüz gelmişti, kar tertemiz ve her yer
bembeyazdı”
biz de mutluyduk
kimimizin sevgilisi vardı
sevgilisi olanların üstüne bir taş duvar yıkılıyordu
taş duvar üstümüze sessizce yıkılıyordu
ses ölmüştü çünkü nedenini aramadan

sevgilim sensiz olabilmek için sokaklarda
yürüyorum
sevgilim pencereden bakıyor ve yanıma şemsiye almaya
karar veriyorum

sevgilim sensiz olabilmek için durmadan “yağmur
yağıyordu” diye bir cümle tekrarlıyorum
sevgilim sokağa çıkarken şemsiyemi almayı unutuyorum
sevgilim son vapuru kaçırıyorum ve iskelenin aynasında
seni ve yağmuru görüyorum
hava soğuk sevgilim, bütün gün sobayla sevişiyorum

iskelenin aynası ve aynadakilerin işaret ettiği
anlamların adı olan dünya
ki ona bakarken hayatımıza bakardık
ya da şöyle söyleyeyim:
hayatımıza bakarken sanki ona bakardık
yansıttığı görüntü bakırı altın yapmıyor artık



daha neler yapmadım seni unutmak için, neler yapmadım

aşk filimleri seyredip sonra aşksız bir dünyada
yürümek istemediğim için aşk filimlerine gitmedim
kırmızı bir fular taktım bileğime şeytan kovmak için
arabamı bütün barların önünde park edilmiş görebilirdin
barda peşimden gelen o adama, şeytan kovmak için senden
ve hemingway’den söz ettim:
“çehov da bir amerikalıdır aslında”

neler yapmadım seni unutmak için, neler yapmadım

üstünde dünya haritası olan bir uyku tulumunda uyudum
iyi şeyler gördüm rüyalarımda
sonra bir gecenin sonunda
seni öldürdüğüm için kayıtsızca

ve artık vazgeçtiğim için omuzlarımı tutan o ellerden
uzun süre yaşayıp uzun süre öldüğüm
ve mezar taşıma “ernest ve scott” yazdırdığım için
kremalı çorbalar, et yemekleri ve şaraptan bıktığım
ve durulamalık konyak da çevirmediği için sessizliği
altına

“yağmur kayıtsızca yağıyordu” cümlesinin yerini
“yağmur yağıyordu” cümlesi aldı

sesi yaralı bir kaplan gibi bağırırken bıraktım
“yağmur yağıyor” dedikçe “kış henüz gelmişti, kar tertemiz
ve her yer bembeyazdı” diyen hemingway
ki boks yaparken yazardı
ya da şöyle söyleyeyim:
yazarken boks yapardı
durmadan sesleniyor şimdi bana:
dünya güzel mi?
sen soylu musun?
sevgilin var mı? mutlu musun?
eve dönünce kahve, yemekten sonra konyak içiyor musun?
yoksa hepten mi unuttun şarabın simyasını?


yağmur hiç yağmadı ben dünyaya baktığım sürece
bakır altına dönüşünceye dek hiç de yağmayacak zaten
kayıtsızım, korkarak ormanların başıma vuran gürültüsünden

a.g




hepimizde başka biri olmanın gizilgücü


pozlarımız pürüzleniyor durduğumuz resimlerde

sınıflandırılmış korkulara bölünüyor benliğimiz

hem çok tanıdığız, hem bu biz olamayız

şarkıları ve giysileri çabuk çabuk değiştiriyoruz

hız saklı tutuyor en dipte değişmez olanı

sonra sis gelip yerleşiyor

hem yılanı hem zehrini kovalayan

ölü miğferlerden kalıt bir bozkır:

kendi düşlerimizi başkalarının filmlerinde

görünce tanıyoruz

opium! delici koku!

kimsenin çiğneyecek lotusu kalmadı

çiğneyecek geçmişi

bir yandan çok aydınlık

bir yandan büyük bir karanlıktayız

maske kırıcıları çıkıp gelseler şimdi sabaha

uyumuş şarkıların başında bulurlar herkesi

hiçbir şey değil artık hiçbir şey

derin bir korkunun gözleri belki

m.m



16 Eylül 2011 Cuma

cuma' ya not


içimde mis kokulu

kızıl bir gül gibi duruyor zaman

ama bugün cumaymış,yarın cumartesiymiş

çoğum gitmiş te azım kalmış,umrumda değil.

n.h.r

15 Eylül 2011 Perşembe

rüzgarla şişip boşalan o yüzü görmeye gitmiştik/pırlanta yüreğini evde bırak demiştim sana...



bir şey olacak biliyorum ama ne.


antartika’da söylenebilirdi belki.

söylenebilecek tek şey kendimizi unutmanın

mümkün olduğudur. kim görüyor buz denizlerinin

metal ışığını? kimse. buzu görmüyoruz çünkü.

buz görünmeden once buzlu yerlerden ufka

akseden ışığı hissediyoruz yalnızca.

birşey olacak biliyorum ama ne.

daha az parçalanmış bir dünyada söylenebilirdi belki.

l.m


14 Eylül 2011 Çarşamba

sonu mutlu mu, acıklı mı / belli olmayan masal...



belki de çıkar yollardan biri de bu: gözlerine bakmak...*



bir akşam eve dönerken mahallenin bakkalına uğramış,öteberi almıştım.tam kapıdan çıkacağım sırada, karşı evin bir odasında kira ile oturan bekarın radyosu, weber’in oberon operası uvertürünü çalmaya başladı. az daha elimdeki paketleri yere düşürecektim. maria ile beraber gittiğimiz birkaç operadan biri de buydu ve onun weber’e hususi bir muhabbeti olduğunu biliyordum;yolda, hep onun uvertürünü ıslıkla çalardı. kendisinden daha dün ayrılmışım gibi taze bir hasret duydum. kaybedilen en kıymetli eşyanın,servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. bunun sebebi herhalde “bu öyle olmayabilirdi!” düşüncesi,yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır.”
s.a

13 Eylül 2011 Salı

ah, neresinden baksam sessizlik gene.


...
yürürüm usuldan, girerim bir meyhaneye

içerde üç beş kişi

yalnızlık üç beş kişi

bir kadeh rakı söylerim kendime

bir kadeh rakı daha söylerim kendime

-söyle be! ne zamandır burda bu gemi

-denizin değil hüznün üstünde.



belki yarın gidecek

bir anı gelecek bir başka anının yerine.



insan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine.

e.c

içimin içime sığmaması canevinde çırpınan küçücük bir kuş olmasından mıdır aklın?


anladım sevmek gibisi yok....

9 Eylül 2011 Cuma

suydum ben geçiyordum




(tık&tık)

bir daha elimden tutun bütün sözcükler
gideriz hep bilmeden
yazmak ki geriye dönmektir
taşlar sürünüp gitmeyi kurar
...

i.b

8 Eylül 2011 Perşembe

kuşlar toplanmışlar göçüyorlar...



(tık&tık)

suyun sesine uyandım... sanki birşey suları kıyıya çarpıyordu, sanki birşey sadece kendi şarkısını söyleyerek uçuruyordu suları.  rüzgardan güçlü, fırtınalardan sessiz ve bunun dışında tek bir çıt duyulmuyordu, kimbilir belki de eylül kapıyı çaldığında sus işareti gösteriliyordu ağustos böceklerine. suçu aylara, yıllara, mesafelere,
acıtan, gülümseten anılara atmaya alıştığımızdan beri kolaydı işimiz. herkes aksini söylese de kolaydı gitmeler,
kalanlar, yazlıkların dolu zamanlarında sevilen ve sonra boş evlerin kapalı panjurlarına, katlanmamış sandalyelerine pati izlerini bırakan yavru kediler gibi, belki büyümeyi başararak belki de vakitsizlikten atlayarak yılları kalıyordu ve bilge karasu'nun dediği gibi bütün yavru kediler gibi büyüdüklerinden ölüyorlardı.
gidenlere ne oluyordu sahi, o kadar uzaktan duyuluyor muydu, sahildeki çakıl taşlarının sesi, şemsiyelerin rüzgarla kavgası...
perdeyi parmak uçlarımla tutup aralarken, gözlerimi şaşkınlıkla açarak bakıyordum, suyun mavi yüzeyi çatalkuyruklarla dolmuştu. kırlangıç havuzunda yüzmek diye mırıldandım. telaşlı yürekleri ve az öncekinden biraz farklı şarkılarıyla havalandılar. odanın açık kapısından içeri girdi kanatlarının rüzgarında taşıdıkları çiçeklerin, suyun, bitmiş mevsimlerin kokusu, perdeler havalandı yüzüme, "sevgili kırlangıç, kanatlarının altından öpüyorum" dizesi aklımdan geçerken, içim titredi. hayır, ayrılıktan, hasretten değil, rüzgarın taşıdığı sonbahardan. eve dönüş mektubunu kırlangıçlar bırakıyordu elime, bir de sabah uyandığında ilk beni düşün deyişini...

o göçebe kuşları da merak ederdin sen,
yılın hangi ayında geldiklerini,
gelirken hangi enlemlerden geçtiklerini,
yuvalarını nerelerde yaptıklarını...
turuncu, altın sarısı, siyah tüylü o kuşlar.
onları anlatırdım sana kış geceleri,
aştıkları lacivert denizleri,
adlarını uydurduğum kimsesiz adaları.
arslanlar kükretirdim geride kalan ormanlarda,
filler dolaştırır, timsahlar dövüştürürdüm
çamurlu ırmaklarda.
derken kızıl kiremitler görünürdü bir kıyı
köyünün dağınık damlarında.
ve bahar yağmurları yağdıran bulutların
arasından süzülür bir gölün kıyısına konarlardı kuşlar.
dönüşlerini anlatmamı istemezdin hiç.
hep kalsalar, derdin, o gölün kıyısında
ya da yuvalarını yaptıkları saçak altlarında.
kışa doğru, geceler uzar, koyulaşırdı karanlık.
sen büyürdün, büyürdü göçebe kuşların
giderken aramıza bıraktıkları sessizlik.

kuşlar yollarını yürek pusulalarıyla buluyor, ben bir şiir düşürüyorum yüreğime bu sabah kırlangıçlar giderken, biliyorsun seni seviyorum demek bu...

kapıdaki kilidi iki kez çeviriyorum, bütün prizler çekilmiş, havlular kuru... yazdan kalma giysiler, kılıflarının içinde, su yatakları söndürülmüş, oyuncak zürafa devrilmiş kanepede, çıkarken unuttuğumuz, yavrusu büyük siyah çantada. öksüzlüğü eşyalara bile böyle öğretiyoruz işte. kapıya elimi yaslıyorum, duymaya çalışıyorum bizden sonraki sesleri. bilmiyorum ne olacak ardımızda bıraktığımız su, tabaktaki yoğurdu masaya çıkarak yalamasına izin verdiğimiz yavru kediler, hergece uyumadan önce başımızı son kez kaldırdığımız gökyüzü, dün arka bahçede fotoğraf makinasında bıraktığımız gülüşmelerimiz, bilmiyorum ne oluyor biz gidince, belki de eşya küskünlükten soluklaşıyor, insanların yüzü gibi eskiyor.
sonbahar geliyor, en sevdiğim yağmurların, tüle dolanan ay'ların mevsimi... ben bir şiir bırakıyorum, burada geçen son dolunaya, kırlangıçlar çoktan gittiklerinden ve sana hiç yazmadığımdan asılı kalacak geçmiş tüllerin arasında...

ışıkta iki kırlangıç

kapının üstünde ve yuvalarında ayakta durmuş
belli belirsiz baş oynatır
geceyi dinleyerekten
ve gece bembeyazdır
ve dünya kara ay
aylılarla dolup taşan ay
bir kardanadamcağız
şaşkın
çalar bu ayın kapısını
ışıkları söndürünüz
iki aşık sevişiyor
ukular alanında
ışıkları söndürünüz
yoksa herkes görecek onları
öylesine yürüyordum
onlarla karşılaşmayayım mı
kız eteğini indirdi
erkek kapadı gözlerini
ama kızın üstünde kalan gözleri
ateşten iki taştı

ışıkta iki kırlangıç
kapının üstünde ve yuvalarında ayakta durmuş
belli belirsiz baş oynatır
geceyi dinleyerekten"

kontağı çeviriyorum ve duymamak için sesini hiçbirşeyin, benzetmek aklıma gelmesin diye bilmediğim şarkılar kulağımda, içlerinden kırlangıç geçiyor, gülümsüyorum, hayat bu demek işte. bir yaz daha bitti.

keşke yalnız bunun için sevseydim seni...

y.