30 Kasım 2009 Pazartesi

eski avluda



bir çiçek açtığında
bir eski avluda
diyor ki,
çalıda sarı bir çiğdemim ben
ve senin çok eski cümlen.

sen otursan, gitmemiş ki olsan,
ben sana bir eski Endülüs avlusu,
istersen serin bir Portofino getirsem
ya da Yedigöllerin yedisini birden.

bir çiçek açtığında
bir eski avluda,
diyor ki:
her şey çok eksik ve neredeyse yok gibiyken,
buldum buluşturdum kendime
geldim
tek eksik sensin! incecik çilli bir dille
sen de gelsen.
ben sana kırmızı kiremitli bir çatı
begonviller ve bir mavi kapı
ve illa amansız bir avlu getirsem.

dünya soğur, akşam serinlerken
benim sensiz sevinecek bir şeyim yok,
kılı kırk yardım
altını üstüne getirdim,
ve işte en gümüş cümlem:

içimi açtım sana
içini açmak için

b.k

sultaniyegah saz semaisi




29 Kasım 2009 Pazar

yenilgi



yenilgi, yenilgim, yalnızlığım ve kimsesizliğim.
binlerce yengiden de bana değerli olan sen!
dünyadaki tüm parlak başarılardan
sensin yüreğime yakın olanı!

yenilgi, yenilgim, başkaldırım
ve de benim kendimle tanışmam.
sayendedir ki, hala ben ayağı yere basan
ve solmuş defneler peşinde koşmayan
biri olduğumun bilincindeyim;
ve sende, yalnızlığımı buldum
ve de herkesten uzak,
ve de gururlu olmayı.

yenilgi, yenilgim, benim parlak kılıcım
ve de kalkanım.
gözlerinde okudum tahtı arayanın
kendi kendisinin kuluna dönüştüğünü.
ve, bir kimsenin derinliklerindeki
esasını anlayabilmemiz için
onun gücünü söndürmemiz gerektiğini.
ve ancak böylesine olgunlaştıktan sonradır ki,
bir meyvenin tadına varılabildiğini.

yenilgi, yenilgim,
benim sözünü sakınmaz yol arkadaşım
şarkımı, bağrışmalarımı, sessizliklerimi hep duyacaksın.
Ve senden başka hiçkimse bana söz etmeyecek
kanat çırpınmalarından ve deniz kabarmalarından
ve de geceleri yanan dağlardan.
ve sen, tek başına
ruhumun sarp ve kayalık
yollarından tırmanacaksın.

yenilgi, yenilgim, benim ölmez cesaretim
sen ve ben fırtınada birlikte güleceğiz;
ve biz ikimiz, derin mezarlar kazacağız
içimizde ölmekte olanlara;
ve tutunacağız, tüm gücümüzle,
güneşin karşısında;
ve de tehlikeli olacağız ...

h.c

28 Kasım 2009 Cumartesi

berna



sözden çok yazıyı sevdiğin için

...çay bardaklarına değirdik yenilemek için dudaklarımızı
eski aşklarımızdan söz ettik, yitik kuş seslerinden
kapının yanında bekleyen bavullardan
"kanatlara inanmak için çok geç," dedin
"bu kadar kırılıp dökülmüşken yatak odaları,
hızla soğuyan bir çorbaya benziyor yaşam,
bazı geceler zamanın kokusunu duyuyorum birden uyandığımda
bazı sabahlar ayın çatladığını,
yalnızlığın bembeyaz gözleri var
çalar saatimin üstünde uyuyor şimdi
görülmeyen bir düş gibi
kendimi şiir bilip sustum
ve yeniden okudum
karda koşan atların sırtında
dolaştırdığın sözcüklerini:

eşyalarım yerleştirilmişti otobüse,

yolcular yerlerini çoktan almıştı.

uğurlamaya gelen güzel insanlarla da konuşmuyorduk o sırada,

bir sondu yaşadığımız an.

bense seni bekliyordum;

bir yaşama, bir kente ve hepinize veda ederken

en çok seninle kucaklaştığımda anlayacağımı biliyordum,

geri dönüşsüz bir yolculuğa çıktığımı.

gözyaşlarım bekliyordu, şimdi değildi sırası, biraz sonraydı.

oturduğum koltuktan, akıp giden görüntülerin uzaklığında

yüzümün anlamlarının yitip gittiğini seziyordum.

sevgiliye duyulan özlem kadar büyüktü

seninle vedalaşmaya duyduğum da.
gelmedin, bilmeliydim…

ben de gelmezdim.

o günden sonra, söz verdiğin mektubu bekler oldum,

boşluğunu doldursun diye;

yazmadın.”

mektup dağıtan bir postacıya rastladıktan sonra
gittik bir kır kahvesine oturduk
bizimmiş gibi bütün kuşlu zarflar
kırıklarla dolu olsa da kanatlar sevgili Berna
yeniden uçmak için küçük bir rüzgar yeter
ve fısıldar bize ilkbahar:


yürekten yüreğe savrulan çiçektozudur aşk


a.a

25 Kasım 2009 Çarşamba

2

kalbini taşla ezdin
yanlışlıkla bir hayvanı öldüren tekerlek gibi
şimdi etrafına bakıyorsun
anladın yeryüzündeki yalnızlığını
yırtılmış mektuplar rüzgara savrulduğunda
kedere de boyun eğersin aslında
şimdi de kendi vahşetine boyun eğ
aşkla besleyip bir palavra büyüttün sırtının üstünde
birinin kaybettiği değildi bulduğun
onu tanıyamaz oldun
herkesi haklı yaptın
haksızlığın o kadar büyüktü
ruhumu saran sessizliğe seni nasıl bağışlatacağım
kalbi olmayan bu bedenin üstünde
tanınmaz olana dek devam edecek
bu işkence....
u.u

23 Kasım 2009 Pazartesi

sana geldim



sana geldim denize giden ırmak gibi
yatağımı değiştirdim dağlarıma kıydım
her şeyi boşladım senin uğruna
dostlarımdan ayrıldım çocukluğumu unuttum
ömrümün her damlası tuzunu sonsuzluğundan aldı
güneşin dağıttı foltlorumu
kanımın düşlerimin çılgınlığımın ecesi
sana verdim belleğimi bir tutam saç gibi
artık yalnız senin karlarında uyuyorum
yatağımdan çıktım perilerimi kovdum
boşverdim nicedir efsanelerime
efsaneler ki onlarda
Rimbaud vardı Cros ve Ducasse vardı
gece yarısı ağlayan Valmore
Nerval ve ipi vardı
Lervantov´u vuran kurşun benim yüreğimden geçerdi
ayaklarınla böldüğün
ellerinle saçtığın yüreğinden
bir zorlu yel gibi ormana tutkun
sabah süpürülüp evden atılan
bütün bir gün görünmeden sabredip
yeniden gelen tozum
sarmaşığım sessiz soluksuz büyüyen
sana bağlı bir sarmaşık sökülüp atılıncaya dek
basa basa aşındırdığın taşım
iskemleyim seni bekleyen eski yerinde
alnının boşluğa bakarken yandığı camım
yalnız sana yönelmiş beş paralık bir romanım
bir mektubum açılıp sonra okunması unutulmuş
tamamlamaya değmez yarım kalmış bir tümceyim
ürperişi çiğnenmiş odaların
geçerken yaydığın güzel kokuyum
ve sen çıkıp gidince mutsuzum aynan kadar



a.

22 Kasım 2009 Pazar

düşünmek istemiyorum



bu dünya kadar eski bir şey yok. gök sayrılı. güneş sıradan.

ağaçlar acemi. her sabah devesiyle işe gidiyor bir bedevi. her

akşam kuşunu dolaştırıyor iki çinli.


bir yinelemedir dünya. bin yıl sonrayı görüyor bir ağaç. bin

yıl sonrayı bir dinozor. Gazali, kendini 7'ye benzetirdi. Homeros her

sabah yürürdü.


göz için yeni bir şey yok.


korkunçluk bunda. zaman benim tarlamdır mı diyordu Goethe?

bilmek istemiyorum.

oturduğu yerden Montevideo'yu görüyor bir ev. sandalye

kentsoylu. pencere feodal. su, belleksiz çıktı. tin yalnız. ben

çocukken ırmak olmak istedim. ırmaklar hep çağırdı beni.

düşünmek istemiyorum. dünya benim yerime düşünüyor.


söz öldü.


tunç: monarşik.


demir: demokratik.


bir akşam durup dururken dünyanın yaşlandığını gördüm.


görmek yordu beni.


i.b

güne not

*


*
ansızın gitsen bile, içimde kalır yokluğun...

19 Kasım 2009 Perşembe

ormanların gümbürtüsü



artık hiçbir şeye karşı değilmiş gibi

kayıtsızım

yolculuğun sonunda ormanda duyduğum sesi öldürdüm

amacım yoktu sesi öldürürken, ses öldüğü için de

hala amaçsız sayılırım

ormana karşı değilmiş gibi kayıtsızdım

ormandan çıkınca şehrin ışıkları ve ışıkların

suda işaret ettiği anlamların adı olan dünya ile karşılaştım

dünyaya karşı da kayıtsızım


"anlamıyorum seni" diyen birine kendimi anlatmak

üzere uzattığım kitap hala okunmadığı için,

bir gecenin sonunda anlatılmamak için yaşanmış

gönderilmemek üzere yazılmış bir

mektuba koyarak...

mantıklı olan her şeyin nedenini aradım

nedenini aramadığım için artık yalnızca ölümü

ve aşkı seviyorum

konuşma haline gelmeyen şeyleri

susmalı ve sonra ormanın güzelliğinden söz etmeli:

"kış henüz gelmişti, kar tertemiz ve her yer bembeyazdı"

biz de mutluydukkimimizin sevgilisi vardı

sevgilisi olanların üstüne bir taş duvar yıkılıyordu

taş duvar üstümüze sessizce yıkılıyordu

ses ölmüştü çünkü nedenini aramadan


sevgilim sensiz olabilmek için sokaklarda yürüyorum

sevgilim pencereden bakıyor ve yanıma şemsiye almaya karar veriyorum

sevgilim sensiz olabilmek için durmadan

"yağmuryağıyordu" diye bir cümle tekrarlıyorum

sevgilim sokağa çıkarken şemsiyemi almayı unutuyorum

sevgilim son vapuru kaçırıyorum ve iskelenin aynasında

seni ve yağmuru görüyorum

hava soğuk sevgilim, bütün gün sobayla sevişiyorum


iskelenin aynası ve aynadakilerin işaret ettiği

anlamların adı olan dünyaki ona bakarken hayatımıza bakardık

ya da şöyle söyleyeyim:

hayatımıza bakarken sanki ona bakardık

yansıttığı görüntü bakırı altın yapmıyor artık


daha neler yapmadım seni unutmak için, neler yapmadım

aşk filimleri seyredip sonra aşksız bir dünyada

yürümek istemediğim için aşk filimlerine gitmedim

kırmızı bir fular taktım bileğime şeytan kovmak için

arabamı bütün barların önünde park edilmiş görebilirdin

barda peşimden gelen o adama, şeytan kovmak için senden

ve hemingway'den söz ettim:

"çehov da bir amerikalıdır aslında"


neler yapmadım seni unutmak için, neler yapmadım

üstünde dünya haritası olan bir uyku tulumunda uyudum i

yi şeyler gördüm rüyalarımda

sonra bir gecenin sonunda

seni öldürdüğüm için kayıtsızca

ve artık vazgeçtiğim için omuzlarımı tutan o ellerden

uzun süre yaşayıp uzun süre öldüğüm

ve mezar taşıma "ernest ve scott" yazdırdığım için

kremalı çorbalar, et yemekleri ve şaraptan bıktığım

ve durulamalık konyak da çevirmediği için sessizliği

altına"yağmur kayıtsızca yağıyordu"

cümlesinin yerini

"yağmur yağıyordu" cümlesi aldı


sesi yaralı bir kaplan gibi bağırırken bıraktım

"yağmur yağıyor" dedikçe "kış henüz gelmişti, kar tertemiz

ve her yer bembeyazdı" diyen hemingway

ki boks yaparken yazardı

ya da şöyle söyleyeyim:

yazarken boks yapardı

durmadan sesleniyor şimdi bana:

dünya güzel mi?

sen soylu musun?

sevgilin var mı?

mutlu musun?

eve dönünce kahve, yemekten sonra konyak içiyor musun?

yoksa hepten mi unuttun şarabın simyasını?

yağmur hiç yağmadı ben dünyaya baktığım sürece

bakır altına dönüşünceye dek hiç de yağmayacak zaten kayıtsızım,

korkarak ormanların başıma vuran gürültüsünden

a.g

rüzgarını özlüyorum



bırakıp gittiğin zaman beni

dünya terkediyor beni

bir garip duyguyla öyle

yapayalnız kalıyorum

kısa sürüyor verdiğin esenlik

kuşkular ikircikler içinde

başlıyor bekleyişin işkencesi

hiçbir yere sığamıyorum

hele bir de uzadı mı arayışın

unutulmak korkusuyla tedirgin

tükeniyor kalbimin direnci

aykırı sularda bungun

bir çürük tekne gibi

rüzgarını özlüyorum.
ş.e

18 Kasım 2009 Çarşamba

kırık bir kemansa yaşadığımız hayat


seni hep gökyüzünün önünde düşünürüm

süreyya berfe


...

sevgili kırlangıç,
güneye, hep güneye uçan kuşlar yağmurun altından geçerken ne düşünürler acaba? su damlaları tüylerine vurmaya başladığında konacak başka bir yürek mi ararlar? bunları bana, güneşin ellerimizi yeniden ısıtacağı bir bahar günü anlatmalısın. o gün, kuzeyde kalmış olan bana, güneyin ışıklarını anlatmalısın. o zamana kadar, dinlenmek için konacağın ağaçlardan birinin dallarına, sen okuyasın diye, Ingeborg Bachmann'ın yıldızların göz kırptığı şiirlerle dolu "Büyük Ayı'ya Çağrı" adlı kitabında yer alan "Kuzey ve Güney" şiirini asıyorum:

"çok geç vardık bahçelerin bahçesine,
o hiçbir üçüncü kişinin bilmediği uykuda.
kar yağmasını zeytin dalında beklemekti istediğim,
yağmuru ve buzların gelmesini ise badem ağacında.
ama nasıl dayanabilir palmiye,
senin yumuşak yapraklardan örülü duvarı yıkmana,
nasıl yolunu bulsun yaprakları sisin içinde,
sen kış giysilerine büründüğünde?
düşün ki, yağmur ürkütmüştü seni,
açılmış yelpazeyi sana getirdiğimde.
sen onu kapattın. yitirdin zaman sezgini,
ben kuş sürüsüyle havalandığımdan bu yana."
"Yüreğinin götürdüğü yere git" diyordu Susanna Tamaro. ama,


sevgili kırlangıç, sen giderken yüreğini yanımda bırakmamalıydın. gittiğin yere onu da götürmeliydin. çünkü, hala Bachmann'ın sözcükleri öpüp duruyor resmimizi ve kırık bir kemanın ezgisini çalıyor yaşadığımız hayat:
"ve nerede camı buğulatsam,
yine senin bir çocuk parmağıyla resmedilmiş
adın çıkıyor: masumiyet.
onca uzun zamanın ardından."
a.a

17 Kasım 2009 Salı

özletiyor bu yağmurlar seni


burada yağmur yağıyor
aralıksız yağıyor günlerdir
ama sen yine de şemsiyeni
almadan gel ilk otobüsle
buğulanan camlara usulca
yüzünü çiziyorum ki yüzün
bir yağmur damlası olup
düşüyor yapraklarına gülün

güller de bozamıyor bu uzun
karanlık sessizliğini kentin
anılarını yitiriyor sokaklar
bezirgânlaşıyor bulvar ışıkları

tarih de kekemeleşiyor bazan
ki o zaman aşktır tek bilici
aşksa yürümek gibi bir şey
duyabilmek kuşların gelişini


anısı bizsek eğer bu kentin
unuttuğu türküler bizsek
acıyı rehin bırakıp bir güle
anımsatmalıyız bunları bir bir


sonra yürümeliyiz seninle
sokaklara caddelere çıkmalıyız
belki bir aşktır bu kentin
belleğini geri getirecek olan


burada yağmur yağıyor ama sen
şemsiyeni almadan gel yine de
özletiyor bu çılgın sağanak seni
sırılsıklam özletiyor biliyor musun
a.t

15 Kasım 2009 Pazar

sizin için kestim saçlarımı


I

femme vous suis-je,et de grand sens.

sizin için kestim saçlarımı.

yıllardır uzattığım.

sizin için durdum ilk, dinlendim.

yıllardır yorduğum.

açtım sizin için bekledim,

sizin için güldüm bir tek, sustum.


yıllardır durduğum boşlukta

femme vous suis-je, et de grande songe

indiğim merdivende

gecelere tuttuğum ışıkta

sizin için umdum, umursadım.


sizin için yaktım bu ateşi,

besledim yıllardır.

esirgediğim zaman,

gizlediğim tortu ve

tortuda ayrışan bu hayat


sizin için

kamaştığım gün

titrediğim mum

aktığım yatak.



II

sizin için hazırladım bu masayı,

iki kelimenin ortasında dinsin fırtına.

sizin için hazırladım bu döşeği,

iki fırtınanın ortasında kuyu uyku.


sizin için hazırladım bu yemeği,

iki açlığın ortasında körelmez açlık.

sizin hazırladım bu

bu bakışı,

bu sözü, bu sesizliği - sizin için

hazırlandım.




sizin için uzattım saçlarımı,

kestiğim.

sizin için söndürdüm bu ateşi,

yandığım.

kurduğum bu çadır, bu saat

arındığım su

soyunduğum gece:

sizin için.


devrilirken tutunduysam

tutuşurken susmam

zemberekte bu Eyyub

hem cellat hem kurban

sizin için

bir tohum.




e.b

14 Kasım 2009 Cumartesi

güne not




"anlamak, ben’in sen’de yeniden bulunmasıdır"



w.d

13 Kasım 2009 Cuma

yeniden tepe

...

üç kapı bitti... gidecek bir kapısı daha olmadığını biliyor. sonunda, bana, ölüme teslim olmuştu. ve şu anda, koca dünyada tek yardım umamayacağı kişi bendim; yani en yakınındaki kişi... bana olan teslimiyetinde, çok temel bir gerçeğin farkına varmanın ve ona yenilmenin bilinci görünüyor. birdenbire, bu durum bana gülüç geldi. elimde olmaksızın gülümsedim. yırtılır gibi gülümsedim. sanki kendimden gizlediğim bişey, yüzümü bir gülümsemeyle yırtarak açığa çıkarmıştı. nedense, onu öldüremeyeceğimi biliyordum. aslında bunu ne zamandır bildiğimi fark ettim . o , bunu bilmiyordu, çünkü şu ana kadar bende bilmiyordum. bunu kendime söyleyebilmem için, onun gibi, benim de kıstırılmam gerekiyormuş meğer. o, öyle elleri göğsünde, yüreği açıkta , karşımda çaresiz, mağrur ve mağlup dururken, bütün bu yaşadığımızın ince tuzaklar üstüne kurulmuş, karanlık bir oyun olduğunu düşünüyordum.oyun bitmişti ama, dumrul, rüyası uzun süren bir çocuğun saflığıyla, bunu henüz fark edememiş, kendini fazlasıyla kaptırdığı oyunu, aynı ısrar ve ciddiyetle sürdürüyor. bu bir oyunsa yalnızca o değil, bende bu sinsi oyunun içinde değişmiş, sanki bilmediğim güçler tarafından ele geçirilmiştim. yalnızca ona değil bana da gizli bir oyun oynanmıştı ve oyunun sonu ikimizin yazgısını aynı çaresizlikte birleştirerek , bizi bir tepenin başında baş başa ve yapayalnız bırakmıştı.


ikimizde ölümün gerçeği karşısında kalakalmıştık. aynı silahsızlıkta kalakalmıştık.
o öleceğini, ben öldüreceğimi zannediyorduk.
o şimdi hala öleceğini düşünürken, bense artık onu öldüremeyeceğimi biliyordum.aramızdaki zaman farkı, herzaman olduğu gibi bir varoluş sırrı sanki, titreşip duruyor aramızda.
bilmediğimiz bir terazinin dengesinde yeniden var oluyor ya da yok oluyorduk...




m.m

12 Kasım 2009 Perşembe

küçük prens

gezegenlerden birinde yaşayan kırmızı yüzlü bir adam tanıyorum.tek bir çiçek koklamamış,tek bir kez bir yıldıza bakmamış, kimseyi sevmemiş. yaşamı boyunca tek yaptığı şey birtakım sayılar toplamak. o da bütün gün kendi kendine aynı şeyi söylüyor, senin gibi. çok önemli işlerim var benim! bunları söyerken gururla kabarıyor göğsü. ama o bir insan değil ki,mantar!

ne?

mantar!


küçük prensi şimdi öfkeden bembeyazdı. çiçeklerin milyonlarca yıldır dikenleri var. milyonlarca yıldır koyunlar dikenli çiçekleri de yiyorlar. peki, bu çiçeklerin hala dikenleri olsun diye çabalamalarının nedenini anlamaya çalışmak önemli işlerden sayılmıyor. koyunlarla çiçeklerin arasındaki bu savaş kırmızı yüzlü adamın topladığı rakamlardan daha mı önemsiz? hele benim gezegenimde, yalnız benimkinde yaşayabilen bir çiçeğimin olduğunu, bunun koyunun bir ısırışta yok edebileceğini düşün. bu çok mu önemsiz?


şimdi de yüzü al al dı.


insan bir çiçeği severse, milyonlarca ve milyonlarca yıldızda yalnız tek bir çiçek açarsa, işte o yıldızlara bakarak mutlu olur. kendi kendine şöyle der: işte orada, o yıldızlardan birinde benim çiçeğim. ama koyun çiçeği yedi miydi bütün yıldızlar kararıverir...



bu da hiç önemli değil, öyle mi?


e.

...


senden sonra bir geyik edindim.adı can.
l.m

59.

gece saat 3.30 senin için bir şeyler
yazmak istiyorum ama gözlerinin
karşılaştığın insanlara nasıl sevgiyle
baktığından başka birşey gelmiyor
aklıma. içimdeyken bana bakışın
bir de. kumru değiliz biz.
geyiklerin sonu da çok acıklı.
ne kalıyor geriye?
l.m

11 Kasım 2009 Çarşamba

beş kanto - I

st.valentine's day
yeni bir tasarımı hevesle denerken
yelkovana kendini astı acemi bir örümcek
buğulu camın rafında yavaşça ölen begonya
üşüdü, biraz ürperdi,bir yaprağını daha döktü.
akşam yağan kar çoktan çamura dönmüştü
derken, durmuştu sanki, bir saatin kalbi
tiktakların boşalttığı mekanda şimdi,
öylesine sallanıyordu zaman.
"biraz düşünmek istiyorum"
"biraz düşünmek"
"uzak herkese...
uzaktan..."
(...)
"düşünmek... biraz... tek başıma...
"sure. why not?"
pıhtılaşmaya başlamıştı çay.ödünç alımıştı 'flat'.
-tam ortasındaydı hiçbiryerin-
bulutların elinden kurtulan tek bir ışık hüzmesi
kırılarak kirli camında pencerenin,
sigara dumanlarının yorgun kareografisine sığındı
ve hemen tükendi,
bir afşar-kilimin labirent gibi uzayan motiflerini
bir süredir konuşmadan seyreden kadın ve erkeği
camın aynasında yakaladıktan sonra...
beynini yerine yerleştirdi yeniden biri
itinayla -ama isteksizce- kafatasının kapağını örttü.
öbürü,
gözlerinin tenha bir köşesine çekildi
nedense,
üzerinden bir yük kalakmış gibi değildi.
tam o sırada ... odanın
naftalin koktuğunu fark ettiler
hafif bir homurtu yaklaşıyordu.biraz titredi
tahta zemin,
bardaktaki su
derinlerde bir yerde
uzun karanlık bir tünele girdi 2.30 metrosu
e.y

10 Kasım 2009 Salı

BENİM NACİZ VÜCUDUM ELBET BİRGÜN TOPRAK OLACAKTIR AMA TÜRKİYE CUMHURİYETİ İLELEBET PAYİDAR KACAKTIR



Küçükken en istediğim şey Atatürk’e bir kez sarılmaktı. O sadece lider olarak öğretilmiyordu bize, o içimizden biriydi ve çocuk yüreklerimizde o kadar iyi kazınmıştı ki, her On Kasım da hıçkırıklarla ağlar ve neden yaşamıyor derdik annelerimize. ATAM sen kalk da ben yatam dediğimizde bunu canı gönülden isterdik.Ortaokulda, lisede On Kasımda ağlamayan tek çocuk olmazdı. Çok kanallı yayın dönemine geçilmemişti ve milletçe tek yürek olur, kaybımızın büyüklüğünü hissederdik.5 yaşında olup da Atamın sesini bilmeyen çocuk yoktu.O sesi dedemizin , babamızın sesi gibi bilirdik. Bugün bir resmini gördüğümüzde gözlerimizin dolmasına sebeb olan bu gurur ve kayıptır.
Şimdi televizyona bakıyorum, hayat olduğu gibi devam ediyor, ekranın kenarında bayrağımız ve Atamın resmi , ismini bilmediğim bir şarkıcı hoplayıp zıplıyor..Şimdi çocuklarımızın beynine kazınmaya çalışılan sadece bu olsa da biz o sesi bilerek büyüyenler, çocuklarımıza hergün anlatıyoruz, Atamızı ve onun bize kazandırdığı değerleri, bu ülke uğruna yapılan fedakarlıkları, bizi biz yapan herşeyin nasıl bir savaşla kazanıldığını, bayrağın şehitlerimizin kanı olduğunu öğretiyoruz.Bize unutturmaya çalışılan herşeye karşılık ATAM seni hiç unutmuyoruz.Bu ülkenin topraklarında yaşayan tek çatı insanları olan bizler hergün bu uğurda dökülen kana, fedakarlıklar yapılarak yoktan var edilen bir ülkenin mirasına sahip çıkıyoruz.


Kuzey: bizim liderimiz Atatürk’ün askerleri, silahaları ve tankı var, dedemden bile daha büyük
Serra: Atatürk ulusumuzun lideridir, vatanımızı kurtardı.
Duru: Atatürk bizim liderimizdir.
Derin deniz: düşmanları öldüren bizi kurtaran kişidir
Betül: Atatürk düşmanları ve kötüleri öldüren kişidir
Musab :Atatürk bizim koruyucumuzdur, bizi düşmanlardan korur.
Yiğit: Atatürk bizim liderimizdir.
Ayşe: Atatürk bizi düşmanlardan kurtardı
Ayşe: Atatürk bizim Cumhuriyetimizdir
Nehir:Atatürk bizim başkanımızdır.
Yiğit Kaya:Atatürk bizi düşmanlardan koruyor, Atatürk en güçlü birisi.


Bunlar geleceğimiz olan dört yaşında çocukların sözleri, az önce dinledim, umut doldum.
Bugün kötü giden herşey aydınlığa çıkacak senin izinde.

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE

9 Kasım 2009 Pazartesi

boğulma




onunla eş bir kargıda sınanıyor göğsüm.
altın bir arabada göğe çekilen ben değilim.
ne de, kanatları var sanılan aşk.
suya dönen kalbin acısı.
yosunlu saç.
yılanla eşleşen varlık.

duygular, bir kapıdan geri döndüğünde gerçekleştirir ruhu.
günah yok. yanılmış bir kalp var.
sular bir şey hatırlatmadığında.
her renk kendi bahtıyla boğulacak.
b.m

8 Kasım 2009 Pazar

güne not


'...bakmak hiçbir şeye mal olmaz,oysa dokunmak hem bir seçimi,hem de bir bedeli içerir.'


g.j

5 Kasım 2009 Perşembe

saklı bıçak



sol el saklı bıçak

kanadım gittim kendimden

kendimi bir başkasının ölüsü sanarak



bütün karşılıkları birden çalışan simgeler gibi

aynı güne düşmez kaybettiklerimizin mevsimi

bazı aşklar yalnızca ayrılıkları için bile değer

yaşlanınca hatırlamak



yaşlanınca hatırlamak

biledikçe biliyorsun

bir zamanlar sol elde tuttuğun bıçağın

ertelenmiş hayaleti

kapanmamış göğsünde yıllar sonra yeniden kanayacak



bunun için aşk

bunun için şiir tutan sol elim

ayrılırken içimi kazıdığım saklı bıçak



eylül bitiyor sevgilim

uzun eylülü ömrümüzün bir kitap gibi bitiyor

seni kanıyor sol elim

seni şimdi başkalarının gözlerine emanet ediyorum



m.m

4 Kasım 2009 Çarşamba

99

bu kadar ses çıkarabilir rüzgar

ancak bu kadar soğuk olabilir yaşam


biliyorum,ayaklarım ısınınca uyuyacağım


dolunay biriktirip,


dolunay eksiltiyorum yaşamımdan


biliyorum toplayıp tüm dolunaylarımı


gideceğim buradan. ...

t.p

65.

bir gün, biryerde oturuyorduk.ben gidecektim; işim vardı. sen ,"sen gitsen yapman gerekeni yapsan; ben de burada beklesem seni " dedin.

içim ışıldadı--ne güzel bir olanaktı bu:--



sen,beklerken ,'akıl gözü'nle benim yaptığım işi izleyecektin; ben de işimi yaparken, sürekli, senin orada bekleyişini--beklediğini--'göre'cektim.



ayrıyken,birlikte olacaktık.



burada temel olan şu:ben işimi yaparken senin beni beklediğini bilecektim;sen de ,benim,işimi,senin beni beklediğini bilerek yaptığımı bilecektin.



beklediğini bilecektim

bilerek bekleyecektin.

o.a

melody gardot - baby i'm a fool


Melody Gardot - Baby I'm A Fool
Yükleyen Melody-Gardot. - Diğer müzik videolarına göz atın.

3 Kasım 2009 Salı

yanık jandarma

*
şimdi ben öksüz bir kitabeyim bir mezarın başında
bana çarpıp geçiyor günün kambur kuşları
uğulduyor kalbim, nasıl da uğulduyor sanki bir arı kovanı
ve dilsiz bir alfabe yürüyor dudaklarıma
dilsiz bir alfabe, ilk harfi bıçak olan
bir deniz düşün yükseliyor durmadan.
şimdi ben öksüz bir hitabeyim bir mezarın başında
beni hatırla kalbim o günlerin hatırına
hatırla ki o mavi yatağın boş kalmasın
çünkü tırpanla everirler bir başağın boynunu
utanılacak bir şeydir dört ablayla büyümek
iyi bilir çocuklar bu tufanın sonunu
hatırla ki o baykuş ardından ağlamasın
şimdi ben öksüz bir kitabeyim bir mezarın başında
bana yalan söylendi vahşi atlar yok burda
ve gelişi güzeldi neşenin gidişini hiç görmedim
kasvet mi orasi benim bahçem o çitleri ben çektim
çünkü yağmur korkutur bir dağı ancak
yaşamak mı yazık ki ben bilemedim
*
i.t

melody gardot - goodnite



iki şehri var gecenin, biri gözümde

tütüyor, birinin dumanı üstünde yağmur

gibi çöken siste, bana bu uykusuz

şehri niye bıraktın, göze alamadığım

bir şehrin yerine bütün şehirlerdesin,

gece değil istediğin hayli karanlık

bakışlı bir şehrin gözleriyle çarpışmak

hevesindesin! gözlerini anlıyorum henüz

bağışlayabileceği gözleriyle çarpışmadı kimsenin;

gözlerimizi uzaklıklar değil ki yalnız

göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır,

ve gözleri ancak gözler bağışlayabilir,

öyle acıyor ki gözlerim kim bağışlayacak,

sis değil, uykusuzluk değil, iki uzak

şehir gibi ayrılıktan kavuşmuyor gözlerim :

biri hepimizle gözgöze gibi hala uykusuz,

biri sis içinde kirpiklerine kadar açık,

bu sessizliği kim bıraktıysa, göremiyorum

konuşkan gözlerinde tek sözcük bile,

gözlerimiz birbirine değmiyor gecenin iki şehrinde


kimsenin kimseye gözü değmiyorsa, şiir niye ?

2 Kasım 2009 Pazartesi

...

...
desem ki
birinin gözyaşlarına inanırsanız
kurtarırsınız onu gözlerinizden
belki kalbinizle bakmaya başlarsınız
ölüme de aşkla baktığınız gibi
...
h.e

1 Kasım 2009 Pazar

fayton

o sahibinin sesi gramofonlarda çalınan şey

incecik melankolisiymiş yalnızlığının

intihar karası bir faytona binmiş geçerken ablam

caddelerinden ölümler aşkı pera’nın.


esrikmis herhal bahçe bahçe çiçekleri olan ablam

çiçeksiz bir çiçekçi dükkanının önünde durmuş

tüllere sarılı mor bir karadağ tabancasıyla

zakkum fotografları varmış cezayir menekşeleri camekanda.


ben ki son üç gecedir intihar etmedim

hiç bilemem intihar karası bir faytonun ağışı göğe atlarıyla birlikte

cezayir menekşelerini seçip satın alışından olabilir mi ablamın.


e.a