11 Mart 2011 Cuma

dans adımları atarak dans yuvarlağının dışına çıkmak



( tıklayınca açılır youtubê'nin kapısı)

tuhaf bir tesadüfle az önce kırılan çerçeve arasında gülümseyen, ilk topuklu ayakkabım, ilk fönlü saçım, ilk gerçek manada makyajım, uçuşan gece elbisem ve umutlu gözlerimle kırılan camların arasından kendime bakan kendime...


sonsuza dek daha küçük kadrajlara bölünerek

ilerleyen bir aynanın kendi sabit merkezine

doğru yaptığı iç yolculukta geride bıraktığı

tek şey

bir jet uçağının sesi

cihar-ı yek

çocukken çizilen renkli patates mühürleri gibi

ah evet şimdi o çocukluğun ay-ışıklı gecelerinde

olduğu gibi dantel yapraklı selvi ağaçlarının

serin nefti yapraklarına gözümüz takıldığında

zeytin ağaçlarının sesini duyar gibi olduğumuz

yani onlar cırcır böceklerinin eşliğinde

serin akşam şarkılarına başladığında

akşam sefaları gecenin getireceği

binbir kötülükten ürkerek eve yani

kendilerine doğru bir yolculuğa çıktıklarında

arazöz geçtikten sonra

dış kapı önlerine su döküldüğünde

kurabiyeleri bir an evvel karabilmek için

büyük bir ciddiyet ve sabırsızlıkla

ev ödevlerine oturulduğunda

bir taşra gelini duvağı ile birlikte

motosikletin arkasına oturtulduğunda

sevgilim

will you come stepping out with me?

l.m

güne not





( tıklayınca ulaşılıyor söylenen şarkıya, kimbilir yolculuk nereye)

hiç kımıldamazken hissedilen bu olabilir mi, neden bu kadar durağan hayatı hissediyorum içimde, hani belgeseller vardır, bir böceğin yürüyüşü, bir aslanın avlanışı, uykuya dalması fillerin, ve günün geceye dönmesi. hızlandırılmadan ve kesilmeden kesintisiz bir yayın gibi seyrediyorum hayatı. hergün yeni baştan, mutluluğun ve mutsuzluğun anlık olduğunun hesabının yapmadan, derler ya, yaşıyoruz işte. birinin bir tek kişinin daha, tül perdeleri açmadan arkasında durduğunda benimle aynı hissiyatı taşıdığını bilsem, birtek kişinin daha  tül perdelerle sıkı sıkıya sardığımız evlerimizin dışındakiler hakkında aynı şeyi düşündüğünü bilsem oh diyeceğim, oh be normalmiş herşey.  geçen gün babamla  tam da harbiyede, bana yavaş sür öğütlerinin üstünden atlaya atlaya dinlerken  kalabalığa bakıp söylediklerini düşünüyorum, sahiden bu şehir sığınağımız mı, silmek için yüzlerimizi ve varlığımız bilinmesin diye. var olmak, bilinmek ihtiyaç mı, yoksa ne zaman yanlızlığımızdan sıkıldığımızda ben burdayım demek için kullandığımız bir araç mı... tek bildiğim evet, kalbim atıyor, bu beni yaşar kılar mı...



"suyun altındayım

ve

kalbimin atışları yüzeyde daireler çiziyor..."

m.p