9 Haziran 2010 Çarşamba

güne not


hiç unutmam bir gün geç vakit

tam benim geçtiğim zamana rastlamıştı

büyüme saati bir ormanın

şöyle iyice dinlesem sanırım artık

bütün ormanları büyürken duyarım

i.b

*sabah beşte gözgözü gördürmeyen sise ithafen...

rüzgar dolu konaklar



doğduğumuzda
bizim için yaptırdığı sandıklara
gümüş aynalar
lacivert taşlar
ve Halep’ten kaçak gelen kumaşlar
dolduran annemiz
bir zaman sonra
bizi koyup o sandıklara
yol
rüzgâr
ve konakları fısıldayacaktı kulağımıza.
yalnız kalmayalım diye karanlıkta
çocukluğumuzu ekleyecek
avunmamızı isteyecekti
o çocuklukla.
sırtımızdan jiletle akıtılan kanın
karıştığı uzun ırmağa
bırakıldığımızda
annemiz bu kadarını istemezdi
bu yüzden
o uyurken
uzaklaştık
diyorduk sulara.



gidişin kendisinden artakalan
her şey, herkes burada.
ben buradayım
kardeşlerim yitikliğiyle burada
annem elbiseleriyle
erkek kardeşim savaş korkusuyla
babam burada hiç uyanmış olmasa da
dünya eksilmiş etrafımda
bir düş sanki olanlar
uzayan ve uzadıkça acıtan


I

annemiz
siyah kadife elbisesini okşadığında
saçlarını düşürerek bakışlarına
babamızı hatırlardı:
beyaz bir dağda olduğunu söylüyordu onun
beyaz ve her bahar küçülen bir dağda

II

hepimizden büyük olan
ve uzaktaki savaştan korkan
erkek kardeşimiz
dönmeyince bir daha
biz de korktuk savaştan.
ama savaş değildi onu bırakmayan.
gelirken yanımıza
atıyla uyumuş
babamızın karşısındaki karlı dağda

annemizin yüzü azaldıkça
omuzları küçüldükçe annemizin
şaşırdık hangi dağa bakacağımıza


III

evimizin uzun sofasında
kadife elbisesi uzayıp
gümüş başlığı ağırlaştıkça
bolardıkça gümüş kemeri
annemiz benziyordu baktığı dağlara.
baharda inceliyordu kabuğu
ama ulaşamıyorduk ona.
ölüyordu
bu defa gerçekten eriyordu
bir daha görünmedi sofada


IV

her kış kaybolan
ve baharda ortaya çıkan
bir ağaç oldu annemiz
dövmeleri olan bir meşeydi o
iniltisi geliyordu kulağımıza


V

annemiz
her gece siyah kadifesiyle
dolaşıyordu dağların arasında
kökleri olmayan bir meşeydi o
suskun, arasıra ağlayan

ayrılmadan daha
toplaşır gölgesine annemizin
fısıldaşırdık aramızda
tanrım n’olur bağışla
evimizi bağışla tanrım n’olur
dokunma sofamıza
orada gülebiliyoruz ancak
orada adamakıllı susuyoruz
orada ağzımız bizim oluyor
dokunmasak da
görüyoruz annemizi uzaktan


VI

soğuklar başladığında
atlılar gelmişti bizi almaya
yaşlı ve tuhaf atlılardı
korkutmuşlardı bizi
kar yağmıştı bakışlarına.
ve hiç konuşmadan bizimle
bakmadan ellerimizin küçüklüğüne
konaklara götüreceklerdi bizi
rüzgârla uğuldayan konaklara


VII

annemiz
babamızın ve kardeşimizin ortasında
usulca uyurken
uzaklaştık yaşlı atlılarla.
boynumuz ağrıdı geriye bakmaktan
gözlerimiz uzadı her kıvrımda.
ama boşuna
boşuna bizim ağlayışımız
hastalığımız boşuna
yönü yitirmişti atlılar
dönemedik bir daha


VIII

dağlardan yuvarlanan taşlar gibiydik.
dört kızkardeş
gölgesiyle derinleşen bir vadide
artık bizim olmayan
yatağımızı aradık
aradık yatağımızı günlerce.
kaç dağ gittiysek
o kadar uzaktık birbirimizden
o kadar yalnız kendimizle


IX

ne son ne başlangıç
ne içeri ne dışarı
oradaydık
o taştan dünyanın ortasında.
yollarımız uzadıkça
annemizin dövmeleri kararmakta


X

ayrılacaktık herbirimiz
bir yolağzında.
ama önce kim
kim korkacaktı
yoldan
geceden
ve yaşlı atlıdan.
sıramız yoktu
bu yüzden ürperiyorduk her ayrımda.

ben kalmıştım sona
önümde uzanan dar yolla
acılarından güç alan
bir yolcuydum artık hayatta


XI

geldiğimde rüzgâr dolu iki konağa
günlerce uyudum
kilimler ve bakırlar arasında.
rüzgârı sevebilirdim
kapılar ve pencereler olmasa


XII

on yılım geçti rüzgârla
üşüdüm her konakta
konuşmanın ne anlamı var diyordum
insanın yankısı olmazsa

suskun konaklar gibiydim
kapıları gittikçe çoğalan


XIII

gümüşler ve atlar azaldıkça
taşınıyordum oradan oraya
yıldızların sesini tanıyordum
güneye yaklaştıkça


XIV

geceleri
yalnız ve budala ay
bana benziyordu
bir tuhaflık vardı gülüşümde
büyüyordum.
aşkı düşünüyordum arasıra
efendisini gövdenin.
hangi gece uykusuz kalsam
toprak kokuyordum

ve çıktığım her yolculukta
yorgunluğuma aldırmadan
düşler kuruyordum.
yolların korkutmadığı bir zamanda
yoksulluğuyla alay eden
yeşil gözlü bir adam çıktı karşıma
gözleri koyulaştı adamın
yaşlandıkça


XV

çocuklarım oldu o yeşil gözlü adamdan
biri askerdeyken, diğeri kızıl saçlı olan
iki oğlan.
ve gelinim,
her gece kızıl saçlı oğlumla uyuyan.
üşürdü hep
"yenge ayakların ne sıcak"
derdi ona sokularak.
onüç yaşında iki çocuk
uyurlardı her gece fısıldaşarak.
o gecelerden birinde
yağmur girmişti uykusuna.
saçlarını bana bırak
saçlarını bana bırak
diyen yağmur,
büyülemişti oğlumu uykuda.

saçlarını rüzgârla yıkadığı
tepeye çıktığımda
görünen ova
sular altındaydı
bulutlar yapışmıştı toprağa.
bir kıpırtı bekliyordum
bir ses
oğlumu gizleyen sulardan.
arkamda toplanan köylüler
uçları yanan sopalarla
karanlığı hatırlattılar bana.
duramazdım
indim buharlaşan toprağa.
çamurlar arttıkça
gücüm yetmiyordu karanlığa.
üşümesinden korkuyordum yine
saçlarının kirlenmesinden.
bir ses
"ölmüş" dediğinde
üşümüyordu artık oğlum
sessizdi yağmurdan.
yüzüm çamurlu ve keder içinde
taşıdım gövdesini,
saçlarını taşıdım ellerimde.
yüzükoyun bindirildiği at
tepeyi çıkarken
ışık sızdırıyordu gizlice.


XVI

yeşil gözlü adamın
bıraktığı yatakta
yaşlanıyorum tavana baktıkça.
artık
anneminki kadar uzun eteklerim.
saçlarım uzun
oğlumun kızıl saçlarından.

kısa sürdü her şey
yolculuklar
ölüm
ve konaklar
hiçbir şey kalmadı etrafımda
isten kararmış sütunlardan başka

gücümü toplamalıyım son defa
saçlarım kına kokmalı
elma çiçekleri olmalı suyumda.
ve tanrı beni duyuyorsa
daracık bir mezar istiyorum ondan
konakların büyüklüğünü
uğultusunu unutturan


b.m


* merope bejan' la nasıl tanıştığını anlatınca bugünün şiirleri de bejan matur'dan geldi haliyle...

azizin kararan gülleri


I.

yıldızların 
yıldız olmak hakikatinden
kurtulamadıkları o yerde
beklenen sabah değildir artık
beklenen korkudur yüreklerde
ayaklarını soy ve çık tepelere
tepelerin acısını duy
duy varlığını
neden yaratıldığını ve öylece kaldığını.
ay tanrısı güneşe bakıyor
ve bir tanrı daha oluyor
derken zaman yaşlanıp
akmıyor.
gece yol alan atalarından söz ediyor biri
gece için gittiği haccı bilmeyen atalarından
onlar hep gece yol aldılar
bu yüzden insan oldular diyor
miraçları mutlaktı
kalpteydi.

II.

bir taşın işlediği yakınlık
geçmişten bugüne
taşınan bekleyiş
tapınma ve ışığın ölümü söylediği
ve insanların ceylanlar kadar kardeş olduğu
ve çölün açlığı bilmediği

III.

bir kadın göğsünde kavuşturduğunda ellerini
ne istemektedir.
ne söylemektedir bir kadın.
en fazla yılanlardan istenen aşk
en çok ondan korkulur çünkü.
eski bir dilin gizlediğini
açıklayacak olan kalptir yine de
taşta yer eden
birleşmesidir ruhla yaradılışın
birleşmesidir insanın tanrıyla o sadelikte.
herkesin bir miracı var.
benimki o tepelere yürüdüğümde
bana fısıldanan sözdeydi.
yükselişim kanatlarımı gösterdi bana
ve olmayan isteği hatırlattı.
ne istiyordum?
ne istiyordum taşlarda ilerleyen yaradılıştan.
bir işaret binlerce yıldan
bir işaret aşk olan.

aşk,
insanın
geldim
buradayı
demesinin bilinci
ve siyah güller
sonra azizin gülleri göründü bana
azizin kararan gülleri
kelimeler
gülleri unuttursa da rüzgar
bir yansıma hep var sularda.
güzelliğin odağı olan istek
hep var
o istek açıldığında
yalnızlık hiç olmadığı kadar yakındır insana
ve gövde hiç durmadan açlığı işler

b.m