30 Ekim 2009 Cuma

pişmanlığın geometrisi

bende unutup gittiğin yalnızca bildiklerin değil

bilmediklerin

mecbur almaya geleceksin


çaresiz, bir gün


benim burada olmadığım bir gün


zamana işlemediğini göreceksin


pişmanlığın yanılmaz geometrisinin


m.m

28 Ekim 2009 Çarşamba

inci


bir inci saflığıyla
bekledim çukurumda
beyaz bir taş olmalıydı uykum.
beklesem olurdu zamanla.
göğsümde gezinen ağır el
kal dedi.
beklemek kaderidir incinin
olmak kaderi
kal çukurunda.

karanlık içimi kemirmeden
çıkmalıydın
hoyrat olmayan bir tenin dokunuşuyla.

göğsümdeki ağır elin
gölgesiyle uyandım.
porselen ceylanın bakışı,
memelilerin o çok titrek yol boyunca
mavi ayakları.
değişti yok aslında bir şeyin.
kalbim, uzun siyah giysili adamların
bakışlarıyla dondu o taş köprünün ortasında.
insan babasını hatırladığında ağlarsa

olur tarih.
kökleri kurur
belki ondan.
dağlara gidelim biz en iyisi
bağıralım.
belki eski bir sesle hatırlarız geçmişi
o koca şehrin yerinde şimdi
sadece bir kar kuyusu var.
ve kurtlanır kar diyorlar
kurtlanır kar.

olmuyor böyle
daha doğurmadığım bir çocuk var
ve şunun şurasında kaç yılım yaşayacak
ölümler görecek
aşık olacak.


b.m
.
.
ikimizinde kedi olduğu bir hayatta görüşürüz
.
.

26 Ekim 2009 Pazartesi

çöl sevişmeleri



bazı sevişmelerden yeniden doğarak çıkarız, bazı sevişmelerden bir parça ölerek.


her sevişmede bir başka insanın tenine, terine, kokusuna karışarak kendi varlığımızda soyunur bir başka bedene dağılırız; alacakaranlık bir kayboluştan çıkıp yeniden parçalarımızı bir araya topladığımızda içimizde bir zenginlik, bir çoğalma ya da bir eksiklik, bir yoksullaşma hissederiz.

niye bazı sevişmelerden, bir kırmızı karıca yuvasına girmişiz gibi ruhumuzu kemiren minik canavarlarla ayrıldığımızı, neden bazı sevişmelerden Kevser içmiş gibi mutlu sarhoşluklarla kalktığımızı da tam bilemeyiz.
bazen bedenimiz mesutken ruhumuz muzdarip de olabilir.

bedenimiz açlığından tam kurtulamadığı halde ruhumuzun az rastlanır bir saadete eriştiği de...


bir çöl gecesi çökerken, kumların henüz sıcaklığını yitirmediği ama nerede geldiği bilinmeyen çöl rüzgarlarının serinlikler taşıdığı saatlerde geniş bir çadırın içinde yere serilmiş ipek halının altındaki kumun sıcaklığıyla, büyük bir yelken gibi rüzgarla dalga dalga kabararak çırpınan çadırın girişine asılmış deri örtüden içeri sızan serinliğin çıplak bedenlerimize dokunduğunu hissederek, şarap, hurma, tarçın kokuları arasında soluk soluğa, ter içinde, çığlıklarla, her dokunuşta kendimizden geçerek çılgınca seviştikten sonra o çölden nasıl ayrılabileceğimizi hiçbir zaman kestiremeyiz


böyle bir sevişmenin arzula buğulanmış hayalinde istediğimiz her şey vardır ama gerçeğinde neyin eksik olabileceğini baştan düşünemeyiz...
yağmurlarla ıslanmış bir şehrin soğuk ve ıssız sokaklarında bir apartmanın girişindeki kuytulukta birkaç dakika sürecek bir sevişmeninruhumuza ve bedenimize neler katacağını ya da onlardan neler eksiltebileceğini de yaşamadan tahmin edemeyiz.


nedir bunca değişik sevişmenin bizi bazen yeniden doğurup bazen yeniden öldürmesinin nedeni?
neden bazı sevişmelerde ruhumuzla bedenimizi denk getiremeyiz?

herkesin buna değişik bir cevabı olabilir.
belki yanılıyorum ama ben bir sevişmede yeniden doğmakla ölmek arasındaki farkı "sarılışın" yarattığını düşünüyorum.

bir sevişmenin şehvetle, arzuyla çıldırmayla, zaman zaman acıyla, kendinden geçişle yüklü zenginliğine, tek bir sarılış kendiiçinde taşıdığı duygularla, şefkatle, sevgiyle, huzurla, yalınlıkla ulaşabilirse, öyle bir sevişmeden yeniden doğarak, zenginleşereksaadeti bütünüyle hissederek çıkabiliriz.
sevişmelerin taklitleri olabildiği, bu taklitlerde kendimizi bile kandırabildiğimiz halde sarılışların taklidi olmuyor,en azından böyle bir sarılışla kendimizi kandıramıyoruz. İçimizi huzurlu kılacak, isteğin şefkatle karıştığı bir sarılışın bizi ikna edebilecek bir taklidi yok.


....


kendimizi taklit edemiyoruz.

kendi sesimizi taklit edemiyoruz.

bence kendi sarılışlarımızı da taklit edemiyoruz.

sesimizi gibi sarılışımız da çok derinimizden içimizden geliyor ve taklit edemeyeceğimiz kadar bize ait.
sesimizin, bizim bütün duygularımızı kelimelerimizle onları ne kadar saklamaya çalışırsak çalışalım, ele vermesi gibi sarılışımız da sevişmelerimiz nasıl olursa olsun, o sevişmeden ruhumuzun nasıl çıktığını ele veriyor.


seviştiğiniz insana, sevişmeden bir müddet sonra belki beş dakika, belki beş gün, belki beş hafta sonra baktığınızda ona sarılmakisteyip istemediğinizi, bir kadınsanız başınızı onun çenesinin altına sokma, bir erkekseniz onu belinden kavrayıp göğsünüze doğru çekme arzusuna sahip olup olmadığınızı görmek, yaşadığınız sevişmeden ruhunuzda bir eksilme mi, bir zenginleşme mi kaldığını da gösterir sanıyorum.
sevişmeler bazen o korkunç şehvetle sizi sarıp sarmalasa, sizi bir zevk volkanının içine savursa da her zaman gerçekvarlığınızın parçası olmayabiliyor; ama sarılışlar, onlar sanırım ruhumuzun bedenimize yansıdığı yer..


sevişmelerin taklidini yapabiliriz.

sarılışların taklidini yapamayız.

bedenimizin her zerresine dokunan, zihnimizi arzu dolukaranlık alevleriyle karartıp bizi yalnızca bedenimizden ibaret bir hale getirerek sevişirken paha biçilemez zevklere salan şehvetin,bizim için her zaman hem istenen, hem kuşkulanılan bir duygu olması sanırım onun sarılışlardan yoksun olabileceğini bilmemizden.


aslında her şehvet saldırısında, her sevişmede, her zevkte onun ardından gelecek sarılışı bekliyoruz, bedenimizle birlikteruhumuzu da doyuracak, ruhumuzu da mutlu ve huzurlu kılacak o benzersiz sarılışı.


bir çöl çadırında, bir apartman kuytusunda, bir yatak odasında, bir mutfakta, bir parkta, bir tekne gezintisinde, bir ormanda, bir sahilde, bir koltukta, nerede olursa olsun, nasıl olursa olsun, sevişmelerimiz farkına varmadan ruhumuzun hazinesine dokunuyor.

ya orada yeni ziynetler bırakıyor yada orada biriktirdiklerimizden bazılarını insafsız bir hırsız gibi bizden çalıyor.

bu sevişmeleri seviyoruz, hayal ediyoruz, özlüyoruz, istiyoruz; üstelik bunları isteyip hayal ettiğimizi de biliyoruz; bilmediğimiz sarılışları da gizlice arzuladığımız.

belkide bu sarılışları arzuladığımızı kendimize çok itiraf etmememiz, sevişmeler kadar hayalini kurmamamız , onun sevişmeler kadar kolay bulunamayacağını hissetmemizden, eksikliğinin yaratacağı hayal kırklığının sarsıcı olabileceğinden endişelenmemizden.


sevişmeler zevk dolu bir araf, kapısının cennete mi cehenneme mi açılacağını bilemiyoruz.
o kapıyı açan ise sarılışlarımız.

sesimizi taklit edemiyoruz.

sarılışlarımızı da taklit edemiyoruz.
ve, bazı sevişmelerimiz bizi yeniden doğururken bazı sevişmelerimiz bizim bir parçamızı öldürüyor.

hayallerimizde ve hakikatlerimizde, bir gezgin gibi sevişmelerden sevişmelere dolaşarak ruhumuzla bedenimizi barıştıracakbir mucizeyi arıyoruz biz de...


a.a


25 Ekim 2009 Pazar

bir yılın en soğuk akşamında aşk övgüsü



nasıl yadsınabilir yüreklerde gezinmesi

tozlu bir gümüş tabağın, çiçeksiz bir sardunyanın

bir kadifenin avuçları kamaştıran anısı

ıpışık caddelerden, armağanlık çiçeklerden

kanı çekilir gibidir eski dünyanın

kalabalıkta, yarışsız bir hipodrom ıssızlığında

bir suyun durmadan durmadan aktığı sanısı

geceyi, egemen geceyi hazırlayan akşamı

bir altın yüzük gibi sıyırmak taşbebeklerden

köşebaşları acımasız bir yüzdürler sunarlar kendilerini

dünyada, bir güneş yılının en soğuk akşamı.



iki kişinin birbirine baktığı akşam saatinde

uzakta bir ırmak bir tomruğu taşıyordur elbette

bir yer sızlıyor belleğimde seni bir yerden tanıyorum

işte ellerin birini öldürenin elleri

bir merdiven taşıyan birinin elleri

belki biçimli ama ağzın ilgilendirmiyor beni

sen su mu içerdin süte ekmek mi batırırdın

o büyük nehir sürerken kütükleri

seni tanıyorum elbet ama neye yarar

uzun zamandır buluşmamıştık

hem insan ne kadar taşıyabilir şuncacık yüreğinde

bunca gemiler bunca tirenler gazeteler

oradan oraya taşırken en kötü haberleri.



yemin ederim aşk değildir bu

dünyada, bir güneş yılının en soğuk akşamı

soğuğun kertesinde gözlerdeki bu buğu

yemin ederim aşk değildir, aşk değildir

daha başka bir şeydir ki, göz yumulur.



t.u


24 Ekim 2009 Cumartesi

mektup



işte yine günün belini kırıyor akşam

ve sen kırlara benzersin günün bu saati


çıkarmamışsan çiçekli elbiseni.



I


hatırla ve sıkı tut:


korkardın küçükken


serçe parmağın uçacak diye elinden.


diğer çocuklara benzerdim bense


benzemesi gibi, bir çinlinin diğerine.



II



şaşkınım, şehir açmıyor beni


ve namım yürümüyor burada


çünkü tuhaf burada her şey;


denizi sel basıyor hayret hayret


şehir sığmıyor taksiye


ve terör estiriyor rüzgar


kaldırıyor dağın eteklerini bile.


ve burada sensiz bahar


hem yatalak hem öpmeden geçiyor


bir jeton


yanağıma getiriyor da yanağını


kokunu rüzgara salsan


bana getirmiyor.



III


yoksun ya


güvercin avlıyor avluda kedi


kızlar gülüşüyor bahçede


gül üşüyor –gül üşür-


yoksun ya, bezden anne


yapıyor öksüz


öpmek için kendisine.



i.t

22 Ekim 2009 Perşembe

güne not

sızıyı gideren su


suyun sızladığını kimseler
bilmez
i.ö

21 Ekim 2009 Çarşamba

evanthia reboutsika

güne not

can konağını aramadaysan, cansın;
bir lokma ekmek arıyorsan ekmeksin,
bir damla su arıyorsan susun,
zulmün peşindeysen zalimsin,
aşkı arıyorsan aşıksın,
gönlün neye kapılmışsa O’sun sen.
şu nükteyi biliyorsan, işi biliyorsun demektir.
m.

20 Ekim 2009 Salı

şu basit soru



bazen, aynı anda iki ayrı nehirde yüzdüğümüzü düşünüyorum ve işin acıklı ya da gülünç yanı, her bir parçamız içinde yüzdüğü nehirde değil de diğerinde olmak istiyor.

şuna ise hiç karar veremiyorum, bir parçalanma mı hayat, yoksa bir bütünleşme mi, hayat dediğimiz çaba, iki ayrı parçayı sonuna dek iki ayrı parça halinde tutmaya çalışmak mı, yoksa onları bir bütünlüğe kavuşturmak mı?

hayatı iki ayrı parça halinde yüzdürmekten vazgeçip istediklerini sınırsızca ve korkusuzca gerçekleştirmeye uğraşanlara çılgın dememiz, isteklerimizle yaptıklarımız arasında hep bir farklılık olduğunu ve hep de öyle olacağını kabullenmemiz, bir şeyi yaşamak isterken bir başka şeyi yaşamayı akla, kurallara ve hayata uygun bulmamız, hayatın gerçeği mi? yoksa iki ayrı nehirde yüzmemiz, karşılaşa bileceğimiz binlerce tehlikeden, şelalelerden, anaforlardan, kayalardan, canavarlardan, parçalarımızdan hiç olmazsa birini kurtarma isteği mi? istediklerimizle yaptıklarımız arasındaki bu farklılığı soru sormadan benimsememiz, parçalanmış bir hayatı, yaşamanın en güveli biçimi olarak görmemiz, gerçekten yaşamak mı?

hayat yalnızca tehlikelerden kurtulmaya çalışmak, korunmak,kendini saklamak mı?

bir başka manası yokmu hayatın?

şu basit soruyla, "mutlu musun" soruyla karşılaşan hekesin duraksaması, kolayca cevap verememesi neden peki?

çok istediğimiz, çok özlediğimiz,hep ondan söz ettiğimiz mutluluğa, iki ayrı nehirde yüzerek ulaşamayacağımızı bile bile, hayatımızı neden parçalarız. neden istediklerimizle yaptıklarımız arasında hep büyük farklar vardır, neden olduğumuzdan yada göründüğümüzden başka insanları da taşırız tenimizin altınmda, ani hüzünler ani sevinçler nereden çıkar da gelir, biz onları nerelerimizde saklarız?

hayat, bir parçalanmışlığı başarıyla sürdürme çabasımıdır, yoksa bir bütünleşme çabası mı? güvenlik hangisindedir, parçalanmışlıkta mı, yoksa bütünleşmekte mi?

zevk hangisindedir peki ?

güvenliğin, zevkle ve heyecanla yan yana düşmemesi mi parçalar bizi?

iki ayrı nehirde yüzen parçalarımızı bir araya getirip hiç duraksamadan, korkmadan,çoşkuyla salı versek sulara, çarpacağımız kayaların sayısı mı artar?

korkumu parçalar bizi?

neden, öğleden sonraları iyice gölgelenen çalışma odamda otururken, yabancı bir şehirde tek başına terk ettiğim birisi olduğu kuşkusuna kapılırım ben; kimdi o yapayalnız kalan diye merak ederken, aniden, beynim tarafından bırakılan sanki kendimmişim duygusuna kapılırım.

nedir yaşamak, bir parçalanmayı başarıyla sürdürmek mi, yoksa bir bütünleşme mi?

hangisi daha tehlikeli?

heyecanını, neşesini, coşkusunu kaybetmiş, sürekli olarak bulundukları nehirden başka bir nehirde olmayı isteyen parçaları ayrı ayrı yüzdüren bir hayatı sürdürmek mi, yoksa parçalarını bir araya getirip yekpare olarak suların derinliğine atıp bir kayaya çarpıncaya kadar yüzmenin tadını çıkarmak mı?

"mutlu musun"sorusu neden şaşırtır bizi?

neden cavaplayamayız bu soruyu ,neden aklımızdan silmeye çalışırız, niye kendimize hiç sormayız ?

kim öğretir bize parçalanmanın daha güvenli olduğunu ?

kim, biz daha çocukken kulağımıza fısıldar, parçaları bir araya getirmek tehlikelidir diye?

doğarken mi biliriz bunu,yoksa bu yaşarken öğrenilen bir hayat bilgisi midir?

ölürken hangisinden pişman olacağız, iki ayrı parça olarak yaşamaktan mı yoksa bir bütün haline gelmekten mi?

parçalanmış olarak yaşayanlar parçalanmış olmaktan, bir bütün olarak yaşayanlar bütünleşmekten mi pişman olacaklar?

kaçınılmaz bir pişmanlık mı hayat?

bazen,aynı anda iki ayrı nehirde yüzüyormuşuz gibi geliyor bana ve her bir parçamız yüzdüğü nehirden başka bir yerde bulunmak istiyor.

hayat bir parçalanmışlık mı, yoksa bir bütünleşme çabası mı?

peki ya şu basit soruya ne cevap vermeli:


"mutlumusun ?"


a.a

güne not



onu seviyor ve ondan nefret ediyorum
s.

19 Ekim 2009 Pazartesi

kuş ölümleri


gittikçe yalnızlaşıyorum bir sen varsın


karşılığı olmayan sorular düşüyor aklıma


ve kuşların intihar tasarısından söz ediliyor kentte


soğuyan ellerinde kalıyorum bir kırlangıç gibi


ellerin bir mecnun yurdu, upuzun bir sessizlik


birlikte okuduğumuz kitaplar kadar sımsıcak



biz bu kitapları ne zaman okuduk ve niçin


her satırını çizip notlar düştük kıyılarına


dünya upuzun bir çöl sanki, bir buzul kütlesi


karşılık bulamıyorsun aklıma düşen sorulara



ve düşüp duruyor kırlangıçlar, üşüyorum


bir yolcu hüznüyle geçip gidiyor ömrümüz


sesine bir esmerlik düşüyor parçalanıyor yüzün


kayıp gidiyor parmaklarımın arasından


bir aşkı anlatmak için seçtiğim sözcükler



hep yanlış numaralar düşüyor telefonlarda


kaçırıyor korku bakışlarını eski tanıdıklar


bir sen varsın kurtulursam bu aşkla kurtulurum


gülüşü süt mavisi insanlar vardı/ nerede şimdi


çoğunun adını unuttum çoğunun kimliğinde kazınmış adresler


nevin canına kıydı geçen gün, şiir gibi bir kızdı bilirsin


öner enfaktüs geçirmiş içerde, kesik kesik öksürürdü eskiden


ayşe ise acemi bir sokak yosması artık


üşüyorum, ama sen anılarla sarma beni ve anlat yanlızlığımızı



a.t

18 Ekim 2009 Pazar

pazar sabahı ve berliner ilişkisi


berliner, bir pazar sabahı yenebilecek en güzel şeylerden biridir, hele ekşi erik marmelatı varsa içinde parmaklarınızı yersiniz aman illa da klasik kahvaltı severim demeyin, bulursanız deneyin.
aydınlık bir pazar olsun...

17 Ekim 2009 Cumartesi

yağmur bizi izliyor sevgilim, yalnızca biz




Anılarını Yerlerden Toplayanlar Derneği'nden dönüyorum

bir yanıp bir sönüyorum

yağmur bizi izliyor sevgilim, yalnızca biz

yalnızca biz geçmişi yaktık, yalnızca biz

bir şemsiyeye çarpıp batan bir teknedeydik, eğildik

eğildik ve iplerimizi çözdük

sonsuz ipli uçurtma şenliğine dönüştü birlikteliğimiz

yağmur bizi izliyor sevgilim, yalnızca biz

ağzımız sürükleyip götürüyor çalar saatleri

en tehlikeli odalarındayız otellerin



Anılarını Yerlerden Toplayanlar Derneği'nden dönüyorum

bir yanıp bir sönüyorum

yağmur bizi izliyor sevgilim, yalnızca biz

yalnızca biz bayrakları yaktık, yalnızca biz

gözyaşı şişelerine çarpıp kırılan bir ülkedeydik, sevdik

sevildik ve kire pasa direndik

yeniden sevdalanıyorum sana bunca kaçak günlerden sonra

yağmur bizi izliyor sevgilim

bir bardak yeryüzünde yeniden fırtına



a.a

tom waits - poor edward

16 Ekim 2009 Cuma

artık kuşlarını uçur



çok sevdim

güzel sevdim

güzelliğim kırıldı


ah mavi intiharlar taşıdım günlerce

yeminler getirdim bak kekik kokulu

kekik kokulu ölümlere gidiyorum ben

artık kuşlarını uçur


sana yeminler getirdim günahlarımı tükürdüm

oysa şimdi sen yoksun ve gelmiyorsun


şimdi deniz masmavi hüzündür buralarda....

uzatsam ellerimi deniz olur ellerim...


ben de bir sevda yaşadım herkesler gibi...

ne zaman eylül görsem hep ağlarım ben...
a.t

15 Ekim 2009 Perşembe

14 Ekim 2009 Çarşamba

kırık kanatlar

yirmi yaşımdayken annem bana şöyle demişti:

- manastıra girseydim, hem kendim, hem başkaları için en iyisini yapmış olacaktım.
- eğer manastıra girmiş olsaydın ben dünyaya gelmezdim, dedim.
- dünyaya gelmen daha önce kararlaştırılmıştı oğlum, dedi.
- evet ama, dünyaya gelmeden çok önce seni annem olarak seçmiştim ben, diye karşılık verdim. - dünyaya gelmeseydin cenette bir melek olarak kalacaktın, dedi.
- ama ben hâlâ bir meleğim, diye cevaplardım.


gülümsedi ve dediki ' kanatların nerede peki?
' elini tutup omzuma koydum ve ' burada ', dedim.
' kırılmışlar ', dedi.

bu konuşmadan dokuz ay sonra, annem dönülmez ufukta yitip gitti. ama 'kırılmışlar' sözü içimde yankılanmaya devam etti...

...

bana mutluluktan söz etme; anısı beni mutsuz ediyor. bna huzurdan söz etme; gölgesi beni korkutuyor; ama bana, sana, cennet' in kalbimin külleri içinde yaktığı mübarek feneri göstereceğim; seni bir annenin yegane bir çocuğunu sevdiği gibi sevdiğimi biliyorsun. aşk seni kendimden dahi korumayı öğretti bana. beni, seninle birlikte uzak diyarlara gitmekten alıkoyan şey, ateşle temizlenmiş o aşktır. aşk, senin özgürce ve erdemli bir şekilde yaşamana imkan vermek için içimdeki arzuyu öldürüyor. sınırlı aşk, sevdiğini sahiplenmek, sınırsız aşk ise sadece kendini ister. gençliğin saflığı ve uyanışı arasına düşen aşk kendini sahiplenme ile tatmin eder ve sarılmalarla büyür. ama gökkubbenin kucağında doğan ve gecenin sırlarıyla inen aşk, edebiyat ve ölümsüzlükten başka hiçbir şeyle huzurlu olamaz; ilahi varlık dışında hiçbir şeyin önünde hürmetle eğilemez.


h.c

13 Ekim 2009 Salı

omayra


cevabı ömür süren bir soru bıraktım sana

mendili kan kokan sevgili arkadaşım

usta bakışların keşfettiği rahatlıkla arkama yaslandım

elimde şah mat yüzüğümde tek taş siyanür

adınla bulanan bir aşkın, bir maceranın

macerasında

yolun sonunu söylüyordu

günahkâr iki melek olan sağdıçlarım


al birkaç bulutlu sözcük

atlasını sırtında taşıyan çalınmış bir zaman

mekik, taflan, kar kesatı bir iklim

aşk mı, macera mı dersin bu uzun seferberlik

bu ilişkinin topografyasını

mezhepler tarihinden bulup çıkardım

adanan boynunda o gümüş zincir

bilmiyorsun arması sallanıyor ucunda

işte yazgının kara zırhlısı!

kork! kutsal kitaplardaki kadar kork!

çünkü hiçtir bütün duygular

korkunun verimi yanında


benim ruhum nehirler kadar derin!

kızıl kısraklar gibi üstümden geçeceksin!


arı bir sessizlik duruyor

şiddetimizin armaları arasındaki uzaklıkta

gövdenin demir çekirdeği

kalkan teninin altında

sana okunaksız bana saydam giz

içindeki uğultunun izini sürüyorum

bir açıklığa taşıyorum ele vermez yerlerini

harabeler diriliyor

heykeller tamamlanıyor

kendi kehanetinden büyülenmiş gözlerimin önünde

başka çağlara gidip geliyoruz

aşk tanrısı için

seviştiğimiz ve uyuduğumuz sahillerde

aşkın kaplan ve yılan düğümüyle


öpüyorum seni boynundaki yaradan

iniyorum kaynağına

aydınlanmamış yanların ışığa çıkıyor

dokunuşlarımın parıltısında

düğümlü mendilin, gümüş zincirin

sımsıkı mühürlendiğin bütün kilitler

çözülüyor avuçlarımda


tılsım tamamlanıyor

ortaçağ kentlerinden geçiyoruz dönüşte

indiğim kaynakların mezhep değiştiriyor

zamanın ve uzamın kilitlendiği kara kutuda benim kelimelerim

tılsım tamamlanıyor

dudaklarımdan sızan erkek sütünün kara büyüsüyle

sevgilim oluyorsun

uyuyor ve yıkanıyoruz ay ışığında

bakıyorum güneş iniyor yüzünün alacakaranlığına


adın yoktu tanıştığımızda

eksiğini de duymadık

bazen bir rüzgârı, bazen birkaç zeytini

adının yerine kullandık


adın yoktu tanıştığımızda

sonra da olmadı

çünkü başka biri oldun zamanla


şimdi adın var

şimdi ruhumun sislere sarılı derinlikleri

yükseliyor ve tehdit ediyor

kıstırılmış varlığımın bütün cephelerini

yüzümün pususunda geziyor

sularda bilenmiş bıçaklar

uyandırılmış acılarım, bulanmış sarnıcım

etimle ruhum arasında çelişen ilke

geri döndü bana

kendi ellerimle kurduğum kara büyüden

içimdeki tarih bitti

siliyorum bir aşkı var eden her ayrıntıdaki parmak izlerini

ve şimdi adın var

ve şimdi ikimizin vaktinde

intikam saati geldi


omayra, bu adı verdim sana

ve mevsimleri bütün anlamlarıyla

iki çakılına bir deniz vereyim

hayallerine mavi buğday

dokuz yaşamın olsun tek tek öldüreyim

esmer ve çırılçıplak bir gecede

bütün düşmanların gelecek

koynumdaki cenazene


seni saran efsane çürüyüp toprağa karışırken

kucağımda başın

gümüş bir tarakla tarayacağım saçlarını

kendi enkazımın üstünde

kurtlar, çakallar gibi uluyarak ağlayacağım acıdan

öldürerek yaşatacağım seni kendimde


ocağın parıltısıyla aydınlanan yüzün

gücünden habersiz sakin gülüşün

kamçılıyor içimdeki bütün köleleri

ben ki hileli bir oyun,

birkaç kırık zar

ve kara muskalı tılsımlarla

almışken seni kaderinden, kıyasıya bağlamışken kendime

asıl sen tutsak etmişsin beni

dünyaya kapalı kapıların ardındaki

içi boş sessizliğine


sığlığın, sevgisizliğin

o sonsuz kendiliğindenliğin

dünyanın sana değmeyen yerleri

nasıl da çekici yapıyor seni

o kadar bağlandım ki

tutkusuz bedenine

ya öldüreceğim seni

ya tunç çağından heykeller indireceğim dökümüne


sayıklayan bir ağaç gibiyim omayra

uğultusu geliyor ta derinden

gövdemin geçtiği masalların

içimdeki deprem ayakta tutuyor beni

geri dönüp vuruyor çalınmış zaman

bak sana korkaklığımı veriyorum

var olmanın bütün varoşlarından

ben yenildim, işte silahlarım

tılsım tamamlandı

sonuna geldim çizgilerini sildiğim

bir büyük haritanın


aşkım ölümün sınırında omayra

olduğun yerde kal kımıldama!

12 Ekim 2009 Pazartesi

seni günlere böldüm



günlere böldüm, seni aylara

daha yıllara, yüzyıllara böleceğim

ve her zaman söyleyeceğim ki beni anla

böyle eskitilmiş de olsa bu kalbi

minesi çatlamış bir diş gibi durduracağım karşısında.


şiirler söylenir, şiirler biter

biz bu sevdayı neresine sakladıktı sen ona bak da

kahverengi avuçlarına mı gözlerinin

tam oradan mı kahverengi yağan bir aydınlığa.


bütün günler yenileşir her bekleyişte

ve bütün dünler, bütün geçmişler

kapını açarsın ki bir de, hiç kimseler yok

çaresiz, benim sana gelişim de hep böyle.

dün akşama doğru turuncu bir bulut geçti

sonra bütün bulutlar hep birden geçti

anılar, anılar, belki hepsi bir kelime


e.c

post it


11 Ekim 2009 Pazar

esir pazarı

önce cariyeler ve geceler sonra 1453 sultanlar aşkına...

http://www.canatilla.net/

münacaat


bu yaşa erdirdin beni, gençtim almadın canımı

ölmedim genç olarak, ölmedim beni leylâk

büklümlerinin içten ve dışardan

sarmaladığı günlerde

bir zamandı

heves ettim gölgemi enginde yatan

o berrak sayfada gezindirsem diye

ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende.


vakti vardıysa aşkın, onu beklemeliydi

genç olmak yetmiyordu fayrap sevişmek için

halbuki aşk, başka ne olsundu hayatın mazereti

demedim dilimin ucuna gelen her ne ise

vay ki gençtim

ölümle paslanmış buldum sesimi.


hata yapmak

fırsatını adem'e veren sendin

bilmedim onun talihinden ne kadar düştü bana

gençtim ben ve neden hata payı yok diyordum hayatımda

gergin bedenim toprağa binlerce fışkını saplar idi

haykırınca çeviklik katardım gökyüzüne

bir düşü düşlere dalmaksızın kavrayarak

bulutu kapsayarak açmadan buluta içtekini

tanıdım ademoğlu kimin nesiymiş

ter döküp soru sormak nereye sürüklermiş kişiyi.


çeşme var, kurnası murdar

yazgım

kendi avucumda seyretmek kırgın aksimi.


gençtim ya, ne farkeder deyip geçerdim

nehrin uğultusu da olur, dalların hışırtısı da

gözyaşı, çiğ tanesi, gizli dert veya verem

ne fark eder demişim

bilmeden farkı istemişim.

vay beni leylâk kokusundan çoban çevgenine

arastadan ırmaklara çarkettiren dargınlık!

yola madem

çöllerdeki satrabı yalvartmak için çıkmıştım

hava bozar, yüzüm eğik giderdim yine

yaza doğru en kuduzuyla sürüngenlerin sabahlar

yola devam ederdim.


gençtim işte şehrin o yatık raksından incinen yine bendim

gelip bana çatardı o ruh tutuşturucu yalgın

onunla ben

hep sevişecek gibi baktık birbirimize.

bir kez öpüşebilseydik dünyayı solduracaktık.


oysa bu sürgün yeri, bu pıtraklı diyar

ne kadar korkulu yankı bulagelmiş gizlerimizde

hani yok burda yanlışı yoklayacak hiç aralık

bütün vadilere indik bir kez öpüşmek için

kalmadı hiç bir tepe çıkılmadık

eriyeydik nesteren köklerine sindiğimizce

alıcı kuş pençesiyle uçarak arınaydık

ah, bir olaydı diyorduk vakar da yoksanaydı

doğruydu böyle kan telef olmasın diye çabalamamız

ama kendi çeperlerimizi böyle kana buladık

gönendi dünya bundan istifade

dünya bayındırladı:

bir yakış, bir yanış tasarımı beride

öte yakada benî âdem

her gün küsülü kaldık.


bunca yıl bu gücenik macera beni tutuklu kılan

artık bu yaşa erdirdin beni, anladım

gençken almadın canımı, bilmedim

demek gökten ağsa bile tohum yürekten düşecekmiş

çünkü hataya bağışık büyük hatadan beri nezaret yer

çiğ tanesi sanmak ne cüret, gözyaşıymış

insanın insana raptolduğu cevher.


şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana yarabbi

taşınacak suyu göster, kırılacak odunu

kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde

bileyim hangi suyun sakasıyım ya rabbelalemin

tütmesi gereken ocak nerde?


i.ö

...

yoğunlukları ayrı iki sevi


karış(a)maz


mı?

p.

10 Ekim 2009 Cumartesi

düş ve dua



yağmura,nisana ve yaşıma aldanıp
uçurumları kıyı sanarak
ve dağlar erişilmeyince acı verir
sözünü unutarak
kaf dağına gitmek istedim

ırmak inadıyla yürüdüm uzaklara
bir derviş olup yürüdüm uzaklara

yanıldı denektaşım geriye döndüm
kutsal sözler panayırı`na sığınıp
ipeksi bir sessizliğe büründüm:

bir hayat,mahçup ve duru
tanrım,gülleri
ve sessiz harfleri koru.




i.t

9 Ekim 2009 Cuma

yaşanmış güne not




in heaven everthing is fine


günler önce bir portfolio geçmişti elime,içinde savaşın diğer yüzünü gösteren fotoğraflar olan.insanın içini derinden acıtacak ama hiçbir zaman bunu yaşayanlar kadar hissedemeyeceğim acılar gördüm o fotoğraflarda.sonra sevgili merope burada http//merope-gaunt.blogspot.com/2009/10/ceylan%20onkol.html çocuklarımıza olanları bize kim açıklayacak dedirtti bana gene. ve dün en nihayetinde bir haber kanalında kaybolan çocukların aileleri vardı.

bir anne çocuğum ölü mü sağ mı diyordu, 12 yıl,ümitle beklenen,her kapı,her telefon çalışında ve bir haber olmadığında insanı yıkan bir ümitle yaşıyor,hayata tutunuyordu.gece elimde fotoğraflarla kalakaldım,hangi anne-baba bunu hakediyordu.annem hep endişelendiğinde evladın olunca bu yürek oynaması ne demekmiş anlarsın derdi.anladım,çünkü ne aklım,ne kalbim böyle bir kaybı hayal bile edemiyordu.dün gece kızımı kokladım,her saniyesinin ciğerimde kıymetini duyarak,ağlayarak.dönüp uykusunda bana sarıldı,hayatta daha büyük mutluluk yok dedim kendime,daha ötesi yok.
yukarıdaki kadın isyan ediyor kaderine,beni niye almadın rabbim diyor,ondan ne istedin.bu
yakarışı görünce,diyecek bir söz bulamıyor insan.tereddütsüz canını verebilecekken ,elinden kayıp gidiyor,can verdiğin, ne için?! bir hiç uğruna.... evet,bir hiç uğruna.şimdi bu görüntü bile içinde azıcık duygu olan herkesi kahredecek,ya o anne. onun acısı dinecek mi sizce... bu sabah dünyaya çok kızgın uyandım.çok kızgınım,isyankarım.madem tanrım varsın,bizi çocuklarımızla sınamak niye, biz herşeye razıyken, sen cennetinde çocuklarımıza sulasiz ,sorgusuz yer açmışken, bizi çocuklarımızla sınamak niye. insanın sol kolu kesilince sağ kolu kesileni anlamaz derler,bu kadar mı duygusuz olduk biz.evlat bu,can bu. şimdi birileri dün olduğu gibi çıkıp ama savaş bu kuruların yanında yaşlar da yanacak diyecek,dilerim onlar bu acıların birinin yanından bile geçmez.
kaybolan çocuklar,bi amaç uğruna kaçırılan ,öldürülen çocuklar,savaşta ölen çocuklar,birbirini kinle öldüren çocuklar... masum,günahsız çocuklar.ne oluyor çocuklarımıza böyle.bu çocukların ne olduğu kimin olduğu kimin umurunda. ölen kendi çocuğumuz olmadığı sürece rahatız,sıcak huzurlu evlerimizde.bu yaşanalara bakınca bazı şeyler ne kadar kıymetsiz,önemsiz hayat karşısında.

opened once - jeff buckley

just like the ocean, always in love with the moon.

estradiol 5.8



eksildim ben,azaldı içimdeki su

yeşermiyor cümlem.

oysa

ben senin bir kimsenim,sensin esin.

buna inandım uyudum,

uyandım bununla durdum.


narın içinde canım niye kanıyor?


b.k

8 Ekim 2009 Perşembe

küpe


yıldızların çizildiği gecelerde

ateşten küpeleri gece soğuğunun


üstüme yağmurlar giydiğim mevsim

geri durdum hep, görünmedim


bazı rüyalar iki kişiliktir

gözle görülmezler

bilirdim


küpesini düşürdüm gecenin

soğuğu kaldı içimde

sessizce geçip gittim


m.m

7 Ekim 2009 Çarşamba

lut'un kadını



I


torbamı açıyorum: Birkaç zar,

bir kese altın ruhu, herkesten kaçırdığım

uzun, gamlı bir düş, kendi dilimden

unutulmuş sözcükler, unutulmaz sesler,

aykırı bir vezin. yorgunum dostum:

dibinden geliyorum tarihi ve kürenin,

sulardan ve gece çöllerinden geçtim

kaç kez: yolumu yitirmedim hiç:

kentimden ayrıldığımdan beri o'nu

hiç bulamadım. aç değilim ama;

istekli, çoşkulu değilim: beklediğim

an gelmedi, daha doğmadı sanki

sevmeye doyamadığım. geldim geçiyorum

işte: vardım, varacağım.


II

"o'nun arkasından

geriye baktı ve bir tuz direği oldu"

diye yazmışlar, ben görmedim.

o'nun arkasından iki gözüme elimle

mil çektim, o'nun görmediklerini

ben görmedim. iki elimi kestim sonra,

ilk durduğumda, binlerce dönüm toprağı

aşıp: ne saban tuttum o gün bu gün,

ne kalem: başkasının eli nedir, değmedim.

vardım, olacak mıyım: kocadım, doldum

artık. gök tunç yer demirse

bana okuduğu gibi: bir yaz yağmuru

kadar kalan vaktim, tek bir bakış için

hayatını veren kadınıma yaklaşıyorum.
e.b

geceye not

sabaha karşı eve dönerken,ay bundan daha yakındı yeryüzüne,arabadan indiğimde ayakkabılarımı çıkardım,başımı gökyüzüne çevirdim,üzerine tül geçirilmiş ay,aklıma l.m geldi mırıldandım "senin sisinde kayboluyordum". ve ben mutluluğun şeklini değiştirmiştim.az önce bir köşe başında üç insan birbirimize bakarken,bunun yürünmüş bir yoldan çok yürünecek yolun anlaşması olduğunu anladım,hayatımda oldukları için şükrettim.

2 ekim'e

6 Ekim 2009 Salı

bumerang


müdahale edilmeye izin vermeden bişeyler yaşadın sen,her durumda ellerinin bağlı olduğu ilişki,başlarken de emir kipiyle açılmamış mıydı,o zaman ağırlığımı koyuyorum dememiş miydi.ve biterken tamamen pasifize edilmiş anlamamıştın bile.söylemediğin şeyler ansiklopedi kalınlığındaydı,yaşamak istediklerin hayat boyunda.o yüzden unutamayacaksın uzun süre,umursamıyorum demeyecek konuyu kapayacaksın sorulduğunda.canını acıtan varlığı mı yokluğu mu kestiremeyeceksin...düşün ne kadar talepkardı,gelmek istediğinde geliyor,almak istediğini alıyordu,sen en acizinden bir zavallı gibi ,efendisine hizmet eden köle gibi çırpınıyordun.sahi ne veriyordu sana?aşıktın,zavallılığın bu yüzdendi.en başından biliyorduk nereye gideceğini bu ilişkinin,seni yaşaman için bırakıyorduk,sen ise umursamadan koşuyordun,uçurum kenarlarından sonra yol yoktur,road runnerı hatırla.
ama koşuyordun işte,bir tek şey vardı ,hepimizin bildiği ama onun bilmediği,kendine düşkünlükle atladığı,bam telinin nerede olduğunu biz biliyorduk,o mayına basması için dua ediyorduk,tanrı bizi duydu.sonrasında bir daha asla demeden sessizliğe büründün,ruhunun basamakları vardı senin ve sen bildiğimiz ama görmediğimiz bir seviyeye tırmanıyordun,rüzgar şiddetini arttıyor kulakların uğulduyordu ve sen sana söylenen hiçbirşeyi umursamıyordun. şimdi tutkularına yenildiğin için üzgün olduğunu söyleme,bu senin sende duran ama ona ait olan parçayı ona geri vermeyi istemendeki inadından doğdu ve onun sende duran ve sana ait parçayı istemesiyle bitti.hepimizi kandırdın,içerken ,gülerken, senin o kahkahanda gizli özne hüznü çözemedik biz,sonra bol alkollü gecelerden birinde çözüldün,arabayı kullanırken delirmiştin ve el frenine asıldığımda ,birden hayata döndün,kendine. sen bir kontrol manyağısın,acın bile kontrol altında,bir daha kendini bırakman mümkün değil.

bak bir gece de nasıl büyüttük seni müjgan.

güne not



yepyeni bir yüzün oldu

yüzünde unuttuğum şeylerden

artık bakabilirsin geçmişe


m.m

5 Ekim 2009 Pazartesi

boyunayım



ama enine olmayı tercih ederdim./ben kökünü toprağa batırmış bir ağaç değilim./taşları ve o ana sevgisini emen./bu yüzden büyüyemiyorum parlak yapraklara her nisan,/bir çiçek tarhının güzelliği de olamadım ne yazık ki./sanki özenle boyanmıs ve kendi payına düşen hayranlarını kabul eder gibi,/pek yakında bütün yapraklarından birer birer döküleceğini bilmeden./benimle karşılaştırılırsa, ölümsüz sayılır bir ağaç/ve bir çiçek o kadar uzun boylu değildir belki,/ ama kalkışmanın anlamını bilir,/bense ömrünü bir ağacın, cesaretini istiyorum bir çiçeğin./bu gece, yıldızların o sonsuz incelikte ışıkları altında,/ağaçlarla çiçekler serin kokularını serperlerken havaya./aralarında yürüdüm, hiçbiri farkıma varmadan./uykuya dalmadan düşünürüm de bazen/ben de onlar gibiyim aslında -düşüncelerim bulanır sonra./uzanıp yatmak, daha doğal geliyor bana./sınırı olmayan sohbet yürürlüğe girdiği zaman, gökle aramızda./ve son kez uzanıp yattığımda bir gün ben asıl o zaman yararlı olacağım:o gün ağaçlar bana bir kez olsun dokunabilecek ve benimle ilgilenecek vakti olacak çiçeklerin.
p.


3 Ekim 2009 Cumartesi

ne içindeyim zamanın



ne içindeyim zamanın

ne de büsbütün dışında;

yekpare geniş bir anın

parçalanmış akışında,

bir garip rüya rengiyle

uyumuş gibi her şekil,

rüzgarda uçan tüy bile

benim kadar hafif değil.


başım sukutu öğüten

uçsuz, bucaksız değirmen;

içim muradıma ermiş

abasız, postsuz bir derviş;


koku bende bir sarmaşık

olmuş dünya sezmekteyim,

mavi, masmavi bir ışık

ortasında yüzmekteyim


a.h

1 Ekim 2009 Perşembe

dalda





Enis'e -- ondan...




Buradayım:


Uyurum belki bir gün.



Belki bitiririm bir gün


delik deşik kozamı


dökülüp gitmeden bütün dut yaprakları


bir günbir güç bulur içimde


son bir gayretle


son salgılarımı gezdirir


deliklerimde tırtılım


tıkar gediklerimi.



O zaman


büzülür, dalarım uykuya -


eski beni yok edecek


yeni beni varedecek:


Bomboş, dopdolu


seslerden, esintilerden uzak


içinde gittiğim


oluştuğum.



O uyku:


Bembeyaz.


Benden önce de uyunmuş


benden sonra da uyunacak.


Simsiyah.


Korkulacak, özlenecek -


eskileri geride bıraktıracak


yenileri geri getirecek


o uyku.



O uyku:


Verimsiz, çiçek dolu.


Grilerden, renklerden uzak


içinde yittiğim


oluştuğum - olduğum


o uyku.




Uyanışı var mı, olacak mı


belli olmayan:


Belki çürüyüp kuruyup içindeyiteceğim


belki kanat takıp içinden


çıkacağım


o uyku.



Herşeyi, herkesi geride bırakabileceğim -


yalnızca yeni ben, onun yeni gökyüzü


yeni kanatları, rengarenk


geniş, gergin.




Neleri, kimleri bırakıp ilerlediğim -


neleri, kimleri anımsadığım, özlediğim


belli olmayan:


hiç olmadığım, hiç olmayan


o uyku.




Hiç olmadı, belki hiç olmayacak


o renkli güçlü kanatlar


o hafif esintili uçuş


o aldırmaz bakış -olmadı hiç:


olmayacak.




Zaten


tırtılım da kozam da


olmadı benim hiç -


kelebeğim, hiç:




Ben zaten


hiç olmadım.


Hep vardım oysa ki.



O uyku:


yokolmam ile varolmam arasındaki


köprü


beni en baştan yaratacak


dürtü -


hiç olmadı.




Hep vardım oysa ki:


Hep arayarak


dingin seslerden çıkıp gelecek


bir tınıyı:


Beni varedecek


kanat olacak


açılacak, yayılacak


acılı olacak


sevinçli


bir tını.



Hep olan


Hep olacak.



O tını:


Uykum boyu beni oluşturacak


sonra bırakacak varolmayı bana


uyandıktan sonra:


Yoktu


olmayacak.



Uyuyamadığım


uyanamadığım


o uyku:


olmadı


yoktu


olmayacak.




o.a

tılsım ve trajedi



Bir ucunda Trajedi vardı bu kalemin,

Tılsım öteki ucunda. Uyuduğumda kim

uyanıyordu içimde, hangimiz sürdürüyordu

gündüşlerini, hangi yüzüm kanıyordu,

neden bir ucu seçip sivriltiyordum da

köreliyordu o an öteki uçtaki güdülerim,


kalemin bir ucunda Trajedi, Tılsım

benden yanaydı: Nereye çevirirsem çevireyim

öfke doğuruyordu hüzün doğuruyordu öfke:

İki ucunda kalemin ebabil kuşları taş topluyordu.

Gelecek ardımda kalmış bir melek:

Defterim dolmuş, bir tek hece taşım için

karasız bir beyit oyalıyor şimdi beni.

Köprüler, dehlizler ve tünellerden geçtim,

oğullarım dağınık bir başkaldırı kavmi,

kızlarım sonsuza ayarlı birer arayış tohumu,

bu kadını sevmiştim: Koptu gitti dünyamdan,

sönmüş fer. Bu kadını da: doyamadığım.

Bir de onu: Yanıbaşımda fırtına gibi yaşayan,

tül gibi ölen. Yalnızım artık, nasıl yalnız

yaşamışsam gamlı bir şahinken.


Defterlerim dolu: Yaklaştım, erişemedim

Sancının ortasında, huzur kutbuna teğet,

varacağım noktaya doğru ilerlerken

ondan uzaklaştım belki de. Yandı canım

biricik olanı kendime ayırırken,

gün geldi içimde biriken ağu

çekti benden dışımda biriken uyumu:

Karanlık, sinsi, delici bir çağda

kırdım tek tek elimdeki kelimeleri.



Herşey geçti sonra, ben kaldım --

bir de bende bana direnen doğrular

ve yanlışlar: Hassas terazi, dik merdiven,

birkaç bozuk kum saatı, dilini unuttuğum

bir pusulayla gecelerimi paylaştığım

o tuhaf hayvanlar: Akrep ve örümcek,

semender ve şahin ve ebabil kuşları

taş topluyorlardı. Doğaya baktıkça

içimde dinlenen tufan insana baktıkça

kabardı; seyrek ve acemiydi kaçışlarım,

yüzümü döndüm nerede yakıcı bir hal

görsem, duydum ağızdan kaçırılmış

bir heceyi bile, bir tuzak kazıp

içinde salıvermek için mutlak bir av

bekledim.



Böyle başladı ve sürdüydü önümdeki katışıksız

yokuş: Sandım ve inandırdım belki,

gönlümü ve aklımı dağlamamış hiçbir işarete

oysa inanmadım. Hazırdım her an

kurduğum çadırı söküp yolcu çıkmaya,

kaldım burada: İğne ve ağ, ipek ve masal,

sis ve köpük arası yazdım öykümü defterden

deftere: Aradım bulamadım altın anlamı,

ama farkettim altındaki anlamı -- uyanıp

kan içinde bir gece, sivrilttim öteki ucu

iyice:

Etrafımdaki nesneler cansız mı, kıpırtı

dolu: Dokunsam kendi dillerine çevirecekler

bende bildiklerini: Bu saatı ben durdurtmuştum,

ben çıkartmıştım bu yüzüğü, bile bile kırdığım

fanus ile bir başkasının kırdığı fanusu neden

içiçe geçirmiştim? İşte masam, kurutma kağıdım,

çocukluğumdan bu yana bana eşlik eden bir çift

kemik zar. İşte duvardaki ölü resimler,

yerdeki bu boz halı, başucumda yatağımın

opalin bir lamba ve siyah deri kaplı derin

defterler: Dokunuyorum ve dile geliyor

yıldan yıla bu odaya sinen saf korku:


Biraz daha arınmış ışık gerek bana,

biraz daha koyu bir mürekkep,

biraz daha felç sağ elim ve parmakları için,

biraz daha zaman ve bu zamandan geçmek:

Birkaç soluk boyu belki, belki birkaç çağ için

biraz daha cüret

ve korku,

Tılsım ve Trajedi gerek.



e.b