18 Ekim 2011 Salı

tysta gatan*

amaçsız bir geziydi çıktığım. güneş altında yürümek istiyordum. evdeki yazı masasını terketmedikce gün daha zor geçiyor. öğleden önce yapılan bu yürüyüşler günün daha kedersiz geçmesine yardım ediyor. çok derin olmasa da bir kedere dalıp gitmek hiç de iyi değil. oysa 'hiçbir keder yok işte' diye düşünürüm. ama büsbütün amaçsız değil bu gezintiler. açıkça anlaşılıyor ki günün kederinden uzaklaşmak amacını taşıyor. güneş de bu amacı kolaşlaştırıyor; kederden uzaklaşmaya yardım ediyor. böylece derin sorunlara, ikilemlere düşmeksizin yaşıyorum.


"sessiz sokak*" gibi bir yere rastlayınca öz-varlığımı bulduğumu hissediyorum diye not etmeyeceğim buraya. çok kullanılmış bir deyimdir bu öz-varlığını ya da "kendini bulmak." birşey bulmuş değilim. amacım o değil. insan eğreti dokunuşlarla yaşadığı kendine büsbütün yabancı bir ülkede kendi varlığını nasıl bulabilir? o güne kadar görmediği bir sokağa rastlamaktan mutluluk duysa da. düşlerimde kendi evimi arıyorum. kendi evime varmak amacım. o ev artık yokluğa kanşmış olsa da.

13 Ekim 2011 Perşembe

sana, bana, herkese n'oldu acaba*




üşümüşüm…

düşlerimin üzeri açıktı, bendim,

arzularımsa çıplak, onlardım.

ufacıktı dileğim mavi suya;

örtük bakışının dolaysız ısısı,

…o kadarcıktı!



üşümüşüm…

ölülerimi taşıyordum, öyle sağır.

kaç kez dokundum soğuk dudaklara.

bilemedim nasıl dönmez o göz

ayrıldığı kaynağına,

direnir o kadar!



üşümüşüm…

bu yaklaşan kışla değil,

deniz ürpertisi, göğün alacasıyla değil,

ellerimin soğukluğu hep bir kalabalıkta.

kaçışının gizini gönlünde tuttuğun

bilisiz aşkı

(nı) ver bana!



üşümeyeyim…

zelda



*lale müldür

tik tak


çok gizli bir doğru gecenin toyluğunda

bilmedik çekenin yanlış bir uzaklık

olduğunu..

yabancıların en yakınıydın sen !

zelda




tuttum adını aşk koydum bu aykırı dünyada...


hiçbir sesin hiçbir yüze derinlik katmadığı; çarşıların sünger gibi insanların ömrünü emdiği; yüksek sesle konuşmanın haklı ve önemli olmaya yettiği,taşların bağlanıp köpeklerin serbest bırakıldığı,yalanın iplerinin çözüldüğü; insanların, eşiklerine dayanan yıkımdan kapılarını örterek kurtulduğu; mevsimlerin bile devlet zoruyla düzene sokulduğu; annelerin çocuk yerine suç doğurduğu; yatakların mezara, evlerin hapishaneye döndüğü; herkesin gücünü, incittiği insan sayısından aldığı; gülünç olmamak için insanların sevgisini gövdesine gömdüğü, aşağılık bir kuşatma altında, bir halk kahramanı, bir uzak masal kahramanı gibi onurlu, mağrur, bilge ve güzeldi. bizim kusurumuzu, hasretlerimizi, iyiliğimizi ve kötülüğümüzü göstermek için dünyanın başımızın üstünde tuttuğu bir hayal ülkeydi, bayrağı gökkuşağı olan.


herkesin alışverişle yatıştığı yerde sesiyle ayaklanırdım. caddeler dolusu yoksulluk içinde payıma düşen hazineydi. bildiğim bütün güzel sözleri ona söyleyerek onarırdım yalnızlığımı. suyum akmayı öğrenmişti. insanların mutsuzluğu üzerine düşünmeye başlamıştım. en büyük aptallıkları bile gülerek karşılıyordum. duyguyla tenin birbirinde nasıl eridiğini yaşayarak görmüştüm. hiçbir yere sığmıyordum artık. herkesin imrendiği ayrıcalığımdı benim. durup dururken genişliyordu göğsüm. yüzümdeki nilüferdi.

tuttum adını aşk koydum bu aykırı dünyada..

11 Ekim 2011 Salı

ah! sessizliği işitip karanlığı görmek keşke mümkün olsaydı..."



...önce körlüğünü giyinmesi bitene dek uzattı. sonra sonra yazı masasının yanına gözleri kapalı gitmeyi de başardı. oraya gelene dek ardında kalan eşyaları görmediğinden, çalışmaya oturduğunda kafasının onlara takılması sakıncası da ortadan kalkıyordu. yazı masasının başına geçer geçmez gözlerine özgürlüklerini geri veriyordu. yine ışığa kavuşmuş olmanın sevinci, gözlerinin hareketlerine daha büyük bir kıvraklık kazandırıyordu. belki de kien'in büyük bir cömertlikle sunduğu dinlenme süresi, gözleri için güç kaynağı oluyordu. bu arada kien onları yalnızca verimli oldukları alanlarda, yani okuma ve yazmada kullanarak beklenmedik saldırılardan koruyordu. gerek duyduğu kitapları raflardan gözü kapalı alıyordu. başlangıçta kendisi de güldü bu şakayı andıran davranışlarına. kaç kez elini yanlış kitaba atıp, gözleri kapalı ve her şeyden habersiz masasına geri döndüğü oldu. ancak ondan sonradır ki elini sağ yanda aradığı kitabın üç cilt, ya da sol yanda aradığının bir cilt ötesine uzattığını, bazen de yanlışlıkla ta bir alttaki rafta dek kaydırdığını anladı. ama bu gibi yanılgılara önem vermiyordu. sabretmesini bilen bir insan olduğundan, ikinci bir kez yola koyulmasının hiçbir sakıncası yoktu. ayrıca kitabı yerinden aldıktan sonra, henüz masasının yanına dönmeden adına, cilt sırtına şöyle belli belirsiz bir göz atma isteği duyması da pek ender karşılaştığı bir olay değildi. böyle zamanlarda gözünü kırpıyor, fazla fazla gözünü bir an için bakmak istediği yere dikip, bunun hemen ardından yine kapatıveriyordu. ama çoğunlukla kendini tutmayı başarıyor ve gözlerini açık tutmanın herhangi bir sakınca doğurmadığı yazı masasının başına gelene kadar bekleyebiliyordu.

e.c

...



tenha bir eylül bahçesinde...

bir bardak konyak, kitap ve kahve

otururken dalmış kendi kendime,

güz rüzgârı geçiyor kitabımın içinden

ot kokan nefesiyle.



hızla çevirerek sayfalarını

savuruyor bütün harfleri

gözlerimin önünde,

koparıp kimbilir hangi sözlerden

irili ufaklı belki binlerce.



telâşla kapatıyorum kapağını kitabın

bastırıp üstüne elimle.

bakıyorum herşey yerliyerinde;

tenha bir eylül bahçesinde

bir bardak konyak, kitap ve kahve.

m.a

4 Ekim 2011 Salı

3 Ekim 2011 Pazartesi

“bağlaç” olmakla kalacağını sanan dosta...



bir tüy,

bir telek

bir dal-

gın ku-

şun ar-

dında

bırakı-

verdiği

havadan o-

luşmuş gi-

bi yumu-

şak,düşen,

yere doğru;

bir tüy,

bir te-

lek,



bir yap-

rak

bir güz

dalın-

dan

kopmuş

kopu-

vermiş

sarartılı

bir yap-

rak, ye-

re de-

ğince

kimse-

nin duy-

madığı,

yeri, taşı,

toprağı ba-

ğırtmamış,

incitmemiş

bir tüy, bir telek,

bir güz yaprağı



gibi düşmüş yerleşmişti içi-

me

içerime,

gönlüme,

etime

k o r k u

bir çığ gibi geldin üstüme

karınca-

lar gi-

biydim,

düş ka-

rıncaları,

ozan ka-

rıncaları

gibi



çıdamlı ka-

rıncalar

gibiydim,

çıdamlı,

dümdüz

uzanan

uçsuz

bucak-

sız



engebesiz bir düzlükte

üstüme bir çığ gibi gel-
din kendine kattın beni


gözü, a-

yağı, bir

yerlere

takılma-

dan

hiçbir şeye

yönelme-

den

dümdüz

uzanan

bir top-

rakta

çıdamla



y ü r ü y e n

karınca-

lar gi-

biydim.

d u y d u m s e n i,

ö l d ü m s e n i!


seni seni seni
:seni : seni:
gördüm - : - duydum - : - - :

yaşadım - - öldüm - :



yürü-

mekten

başka

bir şey

bilme-

yen

nereye,

niye, ne-

ye gitti-

ğini bil-

meyen

bir yere

gittiğini ol-

sun bilme-

yen

ozan karıncaları

g i b i y d i m

çıdamla

yürüyen



bu düzlük-

te, engebe-

sizlikte.

senin yanımdasızlığın bir

silik suskuydu, günsüz ka-

ranlığımı keser açardı ka

pısını, sesin, yüzün, yürümen


nereye

gittiğini

gene bil-

meden



bir yere

gittiğini ol-

sun gene

bilmeden

çıdamı

da, yü-

rümeği

de unut-

muş

b i r b ö c e ğ i m ş i m d i

çılgınca dönenen

durduğu

yerde.



görün-

mez en-

gebeler

örüldü

çepeçev-

re



çevrem-

de

k o r k u d a n

bir çığ gibi geldin üstüme
kendine kattın beni, yuvar-
landık bir süre


zeytin

gövdele-

ri gibi-

yim

şimdi

topra-

ğım is-

ter al, is-

ter boz,

ister ka-

ra,



burul-

muş er-

keklik-

ler gibi-

yim

a c ı i ç i n d e

k ı v r a n a n



düzlükle-

rinde gök-

yüzüne

uzanıp gün

ışığını tit-

reştiren,

dünyayı

düzgün

aralıklara

bölen

kavak duvarların-

d a n s o n r a



sonra 



suyu ara-

yıp bu-

lan kökle-

riyle, dur-

madan bu-

danan kol-

larıyla



su fışkı-

rır gibi



yeniden

toprağa

dökülen

dallarıyla

yeşil yağ-

murunu

yağdıran

söğütlerden sonra,

sonra
sonra


yarık

yarılı

yarılmış

tahtasıyla

kıvra-

nan

buruk

burgun

bir zey-

tin göv-

desi gi-

biyim

kuytularda,

eğimlerde,

suskun,

sessizlikler

içinde, gü-

müş yeşil

bir buğu

altında,

buruk

b i r g ö v d e y i m ş i m d i

yemişi

karar-

mayan.

sonra sonra sonra
yıktık kendimizi de



kuru-

yum

göğe baktı-

ğım yerde,

buru-

ğum

yere baktı-

ğım yerde

korkuy-

la besle-

nerek

korku-

dan!

ben çığ oldum şimdi, sen,

kar'ımdaki taş, karnım-

etimdeki

daki, dokumdaki

kama


oysa korku kendi memesini

e m e r e k b ü y ü r;

nasıl

burmalı

bu me-

meyi?

nasıl

kurtul-

malı

nasıl na-

sıl nasıl

korku-

nun sü-

dü ol-

mak-

tan?

seni seni seni
:seni: seni:


yaşadım - : - duydum - : - - :

öldüm - - - - - - - - - - - - -.

seni yaşa-

dım, seni

öldüm;

uçuru-

mun di-

bine

v a r a m a d ı m d a h a

parçalanıp, parça-

layıp kurtulacağım

yere.

bir tüy,

bir telek

gibi, bir

güz

yaprağı

gibi

k o p m a l ı

kuştan, ağaçtan,

yeğnilikle, incele-

rek,



bağırmadan korkudan.

anılarım senin geleceğin olu-
yor, gerçeklik duyusunu yiti-
rip, uzak tan uzağa, hep senin siv-
rildiğin bir pus içinde yaşamağa
başladım şu anda.
sen ağaçtan sen ağaca koşuyo-
rum, aradaki pusarık bataklık-
ta ayrışıp yıvışan günlerin hiç-
liğinde.

b.k