29 Aralık 2011 Perşembe



geldin masaya oturdun ve böldün hayatımı bir milat gibi…

c.s

28 Aralık 2011 Çarşamba

.


kimse bilmez benden başka, niye...

elinin perdeleri iniktir bu akşam,iki martı kuşunun yerleştirdiği....



akşamdır, iniktir elinin perdeleri
çocukların koştuğu bir avludur kalbin
dilsiz, ama ağlamasını bilen çocukların
gökten geçen leyleklere bakması kadar
sessizdir kalbin.
ü.t

20 Aralık 2011 Salı

.


yağmurlu dağların arasından gurbetin seçtin...

son sözlerin toprağıdır deniz



gökyüzü en fazla nefesini taşıdı
öyle maviydi ki,
öyle mavi
öyle mavi,

kıyıda olmayı bekleyen lekeler
varlık savaşında ilerlerken
biz olduk
omurgamız taşın hakikatine
erişti
ve başladı dalganın sessizliği
çıt yok
çıt yok
ve derinlerde taşıdığımız
yol var
ses yok
ve çok derine taşıdığımız
insanlık var

b.m

4 Aralık 2011 Pazar

geceye not




yapraklar düşmede bilinmez nerden,

gökkubbede uzak bahçeler bozulmuş sanki

yapraklar düşmede gönülsüz

ve geceler ağır dünyamız kopmuş gibi yıldızlardan

kaymada yalnızlığa

hepimiz düşmedeyiz, şu gördüğün el düşüyor

nereye baksan hep o düşüş

ama biri var ki bu düşenleri tutuyor yumuşak ve sonsuz.
 
r.

yürürdüm göğsünde öğle saatleri gibi...



orman sen elimi tutunca başlardı

yarılırdı bir incir gibi ortasından.

koşardık yukarı iki büklüm, soluk soluğa

alabalıklarla düşe kalka, çam pürleri

keserdi hızımızı. elimi bırakma, elimi

bırakma....

sonra kayardık ta aşağılara.

ve alçalırdı sessizlik bir ağaç gibi

kök salardı sende ve bende, arayarak

toprağın sıraya dizilmiş suyunu.

ayçiçeğinden göğüslerin döner ışığa

yürürdüm göğsünde öğle saatleri gibi

yürürdüm bir anıt kemeri gibi iki yanında.

sonra gene başlardık koşmaya.

yukarı, daha yukarı, çukur sularına

göklerin. öperdim seni, titrerdin, parçalanmış

anları birleştiren sevi düş görmez: ey orman

ey avlanmış atın falı, ey yeniden başlamanın

aç güvercini! falımız yok bizim.

yaktık onu göçmen kuşların gözlerindeki

benek, gagalarındaki tekçil dane gibi

daha gün doğarken. falımız yok bizim.

m.c.a



yollar uzak ay bedir*



durmadan taşırdım yanımda üç şeyi

iri çakıl tanelerini, çatlamış bir narı

bir öpüşün bıraktığı harlı lekeyi

ipekten

çalınmış

umutlarla taşırdım

ah sevgilim derdim, ölüm

ne kadar çoktu yaşadığımızda.



bize hep beyaz mendil

sallayan

ölüm ki,

iki kapısında

haki bir yalnızlık

dikilirdi



ve hatırlatırdı

bize, güz kuşlarının

uçup gittiği denizleri.



bense, yulaf kokan

dağlı ellerinde

dolaşmak gibi kolaydır

sanırdım yaşamak ve sana kansız

bir gökyüzü

getirirdim

getirebilsem ah,

- avlusunda çocukların

korkmadan oynadığı -

lalelerle

donanmış simli bir gökyüzü.



bir öpüşün bıraktığı harlı lekeyi

çatlamış bir narı, unutmadım

b.a
 
*kırık bir kurşun kalemin şiiri

30 Kasım 2011 Çarşamba

...



her şey çok eksik ve neredeyse yok gibiyken

buldum buluşturdum kendime geldim

tek eksik sensin!

incecik, çilli bir dille sen de gelsen.

b.k


27 Kasım 2011 Pazar

kırmızı bir mermerde geyik silueti....


beyaz bir melek

beyaz kanatlarının

tüyleri bende kalmış

turkuaz bir yağmur altında

üşüyor biraz

bilmiyor ne olacağını

bilmiyor benim hayatımı

ona yatıracağımı

şimdiye dek yatırdığım gibi

çocuğum laurent gibi

o ki hiçbir şey değil

turkuaz bir yağmur altında



hava bugün biraz turkuaz

biraz orgazm sonrası

kollarımı çok beğeniyorum, sen?

biz hurma yerken yağmur yağacak

biz kestane yerken kar yağacak

bütün ihtimalleri düşünüyorum

sonuç fark etmiyor

anlamıyor musun

ben sana resmen aşığım

l.m

25 Kasım 2011 Cuma

geceye not



(tık&tık)

her şey yitip gidiyor; evvela şiir, sonra uyku, sonra gün ve sonra gün içinde ve gecede daha ne varsa . . .

i.b
paris, altı haziran...
huzursuz zamanlar, ingeborg. huzursuz , tekinsiz zamanlar.nasıl başka türlü olabilirdi ki zaten: çoktan gelmişti bile. şunu ya da bunu yapmak? yanıt vermeye çalışıyor insan, şunu yada bunu seçiyor, kıskacı hissediyor.
son günlerde çok iyi çalıştım, herşeye rağmen,  à fonds perdu. ossip mandelstam'ın onsekiz şiiri  çevrildi, önümüzdeki günlerde yollarım sana. yeni şiir kitabım da neredeyse tamam. bütün bunlar - hangi amaç için?

yüreğine inan, ingeborg, uyanık kalsın, herzaman ve heryerde.
ve birkaç satır yaz bana.

paul

22 Kasım 2011 Salı

geceye not



(tık&tık)


bense boyamıştım sandal diye kanatları erguvan rengine....

p.

21 Kasım 2011 Pazartesi

kurma bebek



çok daha fazla, ah evet
çok daha fazla, susabilir insan

saatlerce
ölülerin bakışları misali kıpırtısız bakışlarla
bir sigara dumanına dalabilir insan
bir fincanın biçimine ya da
renksiz bir çiçeğe, bir halıya
düşsel bir çizgiye, duvara

kuru pençelerle
perdeyi bir kenera çekip insan görebilir
sokak ortasında delice bir yağmurun yağdığını
bir çocuğun renkli uçurtmasıyla
bir balkonun altında durdurğunu
eski bir at arabasının boş alanı
gürültü aceleyle  terk ettiğini

olduğu gibi insan yerinde durabilir
perde kenarında, ancak kör, ancak sağır,
haykırabilir insan
korkunç yalancı, korkunç yabancı bir sesle
"seviyorum" diye
bir adamın güçlü kolları arasında
güzel ve sağlıklı bir dişi olabilir

deriden sofra bir gövdeyle
iri sert iki memeyle
bir sarhoşun, bir delinin, bir serserinin yatağında
kirletebilir insan bir aşkın masumiyetini.
kurnazca aşağılayabilir insan
şaşılası her bulmacayı
sadece bir tek bilmecenin çözümüyle uğraşabilir
sadece boş bir yanıtın bulunuşuyla avunabilir
boş bir yanıt, evet beş yada altı harflik.

bir ömür diz çökebilir insan
öne eğik başla, soğuk bir türbenin eşiğinde
bilinmez bir mezarda tanrıyı görebilir
değersiz bir kaç bozuklukla inanabilir
bir caminin odacıklarında çürüyebilir
mezar duaları okuyan bir ihtiyar gibi
bir sıfır gibi, eksilmede, arttırmada, çarpımda yahut
hep aynı sonuca varabilir

kahrının kozasında senin gözlerini
eski bir ayakkabının uçuk düğmesi sanabilir
su gibi kendi çukurunda kuruyabilir insan.
bir anın güzelliğini utangaçlıkla
gülünç şipşak bir resim gibi
sandığın dibinde saklayabilir
boş kalmış çerçevesinde bir günün, insan
bir hükümlü, bir yenik, yahut
çarmıha gerilmiş birinin resmini koyabilir
bir duvarın yarıklarını suratçıklarla kapatabilir
daha anlamsız resimlere karışabilir.

kurma bebekler gibi olabilir insan.
camdan bobncuk iki gözle kendi dünyasını gören
kadife bir kutu iöçinde
saman dolu bir gövdeyle
yıllarca tül ve boncuk ortasında uyuyabilir
tüm hercai ellerin her baskısıyla
nedensiz haykırabilir:
"ah, ben pek mutluyum"

f.f

18 Kasım 2011 Cuma

at the same time




(tık&tık)

gökyüzü devam ediyor

bunu omuzlarından anlıyorum



sen dağınıklık diyorsun

ben dalgınlık diyorum ona



sen nehirleri seviyorsun delice

ben bir derenin yıkıklığını



sen başıboşluğunu insanın

öteki berikiyi ben

kapı ardına bırakılanı



sen denize giriyorsun

ben kıskanıyorum tüm suları

tüm suları topluyorum ayaklarının dibinde



ayaklarının dibinde sonsuzu arıyorum



uzak devam ediyor

bunu omuzlarından anlıyorum



kim kimin ardından su döküyor şimdi

ben suyun yarasına bakıyorum

g.ö

13 Kasım 2011 Pazar

...



"yollara düşerken tökezlediğin,dağ yamaçlarındaki çiçekleri kokla.'doruklara tırmanmış, 'rüzgârlarını ezberlemiş'tir."

4 Kasım 2011 Cuma

ah biraz bulutlu olsaydı herkes, kimse sökemezdi yağmuru gözlerimizden...


i think i'm falling out of here

i can hear the grass grow

i can hear the melting snow

i can feel your breath against my ear

i  might just disappear

güne not



(tık&tık)

ne yaşamaktan korkuyorum ne de ölmekten
yağmurdan sonra size rastlayıncaya kadar
siz yağmurdan nasıl korkuyorsanız kardeşlerim
ben de sizden öyle korkuyorum hala

meğer insan kardeşiyle korkutulurmuş bu dünyada...

h.e

3 Kasım 2011 Perşembe

insanlar ölüme göre değil...



bu dünyadan zararlı çıkıyor her şey

insan da hayat da ölüm de

aşktan kurduğumuz kabile bile

dağıldı diyordu yerliler

yabancılar sebep olmadı buna

gökyüzü çökmedi,

toprak çağırmadı

yağmuru söktüler ruhumuzdan

ve dağıldık bir anı bile kalmadı bundan

hayat dağılınca ölüm kalır mı

yağmurun anısı yağmaktır, yağmur

 yağıyorken yağmurdur, şiir huyludur

şiir de yazıyorken anıdır

çatmaktır aşkın da anısı bir başka anıya

yağmurun da şiirin de aşkın da

anısı tez geçer, ruhu kalır, rivayeti yayılır


anısı, ruhu, kabilesi aşktandı

ilk ve son sebebi aşktı insanın

aşktı hayatımızı durmadan karıştıran

ve aramızda ölüme en son yakışan çocuk

aşktı, 'kaderim ol' derdik, olurdu

aşktı, en çok ona dua ederdik

aşktı, yokluğunda kendimize küserdik

aşktı, 'sebebim ol'du, olmadı

sanki tanrı kabilemizi sınadı

aşktan da kaldık hayatta ölümden de

kaldık ve 'var'ımız yoğumuz oldu

daha çok 'var' olacakmışız meğer

daha çoğumuz 'yoğ'umuz oluncaya dek



'var'lığım 'cehennemin öbür adı'ysa
yalnızca 'gelmiş bulundum' diyeceğim' buraya
beni kimin gönderdiğini söylemeyeceğim
yolcuyu da övmeyeceğim yolculuğu da
avunmanın uzun yokluğu ben de sürsün
'var'lığım bir avuntu bulmasın benden
üstelik coğrafyayı bir 'his ' olarak gören
bana ne serüvenden
bana ne  'var'lığımdan yolculuğumdan?

bu 'his' bana dilimi unuttururyor
avunmaz siyah bir his
üstüne kurduğum o işlek dil
kasabaya gelince neden susuyor

ölüm bizden üşümemişti daha
bizden başka tanıdığı yoktu bu kasabada
bahçeye tuzak kurak çocuklar yoktu
ölüme kurulan bir tuzak değildi büyümek
hayatın anlamını bilmiyorum bilmesine de hala
biliyorum çocuklukla gençlik arasında bir yerde
sıkışan o tarfisiz duyguyu
herkes hayatı anlamsız ve sıkıcı bulurdu
orada ben de bulundum ve hayatımı
herkesin bulduğu gibi buldum;
ölüm, hayatın kardeşiyse
yaşadığımız bu anlamsızlık niye,
ölümün bizi tanıdığıysa gülünç bir iddia
gülünç bile olmayan şu hayatı
ölüm tanısa ne tanımasa ne?


bu 'his' dilime vuruyordu
avunduğum bu gri his
üstüne çalıştığım o saf dil
aşka gelince nasıl coşuyordu


bir şiir de sayılmaz bir mektup da
yağmurla şımartılmış bir çocukluğun
kaprisi de denebilir o zamanlar
defterime yazdığım şu itiraza:


'insanlar insanları öldürmek için
doğuyorlar yaşamak için değil

insanlar en çok birbirlerini
anlamamak üzerine anlaşıyorlar

insanlar birbirlerine göre değil
yaşarken ölüm gibi diyorlar aşka
birbirlerini öldürüp aşk diyorlar buna da

aşkın 'ben'i öldürdüğü de yalan
aşk sendeki 'ben 'için
gerekli sana

herşeye aşkla başlıyorsak
demek ki aşk o büyük tuzak

herkes aşkı sevdiğini söylüyor
ben aşkı değil bir insanı
sevmek istiyorum seni beni
birbirimize anlatacak birşey
istiyorum, aşkın ölüsü olmak
istemiyorum, korkuyorum çünkü
ölümüne aşık olmaktan da

yarı yarıya öldüm sayılır hem
yarı yarıya öldürdüm sayılır seni de
ikimizden biri ölü çıkacak, yeter
bu aşkta ikimize bir ölü
onu gömelimn atık, o diğer
ikimizi de öldürmeden
ve aşkın kuyrbanı
bir ölümüz olsun ikimizden
...

insanlar birbirine göre değil
hayata göre, ölüme göre değil
eve fgöre ruh yok aşka göre sokak
bu yaşadıklarımız ölüme göre değil

...

bu 'his' yağmurdan geliyordu
avuttuğum bu mavi his
üstüne açılan o apalı dil
yağmurdan sonra eve dönemiyordu

evine dönemeyen dil parçalı
bir bulut gibi kekemedir
siyah kasabada bir 'his'
uğruna şiir yazılsa da artık
cinayeti kim hissedebilir....

2 Kasım 2011 Çarşamba

yazgı


anne, harflerin de annesi. çocuktan on üç sessizlik yılı büyük. çok erken anne. bilmeden inanıyor harflere. çocuğun önlüğünü alın çizgisinde yıkadı. gözyaşıyla kuruladı yakasını. sustuğu bütün cümleleri kuracak çocuk. avluya boncuklu zamanlar getirecek. çantasını parmaklarıyla öperek hazırladı. çantası evin en küçük odası. tarlaların sabahını, gaz lambasının isini, babanın kasvetini, kardeşlerin ayçiçeği gözlerini bir bir koydu. çocuk uzak hayatları bunlarla öğrenecek. iyiliği mutsuzluktan biliyor anne.

ey kan pıhtısı kasabalar… kaç çocuk yazgınızı okur bir ömür, kaç anne doğurur sizi, kaç anne rüyanızı ölür.

ş.e

1 Kasım 2011 Salı




- ölümün bir insanda doğruladığı -



iyi ki geldiniz burada bulundunuz

her şey öyle uzun, biz soğuğuz ve

öyle solgunuz...



perdeleri kaldırdık. ölüm

ıslaktı dünyada. denizsiz bir salı günüydü.

camları açtık, öyle kaldı artık.

denizsiz bir salı kimler için önemli?

ölü, boşluğumuzu doldurdu birden,

kolasız, yakışıksız (ölü yıkayıcılar gelince)

sigara masalarında, tenteneler,

duvarlarda aile fotoğrafları, ölüye uygunsuz.

camları açtık, öyle kaldı artık. ta ki,

bir kadın su içsin evinde. -adın bir

avunmadır omuzlarımda ve anlağımda, büyük su-

bazan bir ölüm büyük bir yadırgamadır şehirlerde.



"geldiler. büyük ocaklarını kurdular

bir atı ürküttüler ve yusufçukları.

denize gitti onlar.

ölünün çenesini bağlamışlardı, uzattılar.

karnına bıçak koydular, kara saplı aradılar.

apış aralarını sildiler, temizlediler.

karnını oğdular, yine sildiler.

ayak başparmaklarını bağladılar.

kefenine biçip giydirdiler.

ölümü tazeleyip bağışladılar."



vapurda bilet sordular, birden. vakit,

geçti. küçüldüm.

-bir ölüye geç kalmayalım baylar,

biletler nasıl olsa kesilir.

sokak başlarını tazelediler bitkin sonuçlar

- bir de fonde de pouvoir, nasıl ölür kimbilir?

ayaklarını yıkadıktan sonra. umulmaz. -

tersaneden bir işçi, bir otelden bir garson

ve ben

ve bir su.

uzungar'lar, uzunavlular, uzunsessiz

yitirdiğimiz o son duyarlık, o sessiz başkaldırma ölüme

ve kaçamak bir bakış, çekici külrengine

ölünün ağzındaki.



"uzun sessiz ölüyü yıkadılar.

direnmedi. anısı tükenmedi. sürdü."



iyi ki geldiniz, burada bulundunuz

her şey öyle uzun, biz soğukuz ve

öyle solgunuz...

t.u

...



çılgın!.. bir dağdan gelen ses!..

kimliği karışık. bir ölünün içindeyiz.

ellerim tükenirse ne güzel!..

kıyı adamlarına içki götürüyorum.



"bir köpeğe bir ağıt

bir kadına bir ağıt

bir kıyıya bir ağıt

bir doğu kentine bir ağıt

bir batı kentine bir ağıt

bir kantine bir ağıt."



coşkun süreç bütün bağışlamazlığını almış gidiyor.

su hazır.

herkes kendi azlığını almış gidiyor.

o trenler, uzun şeylerin aldandığı,

bir boşluğu betimleyen ey en güzel resim.

akşamımız kıyı alışverişlerinin en gözde malı.

bir çöl bitkisinin gövdesinde rahat buluyorum sırtımı

ölüme temiz değilim.



"bir gün bir şeyler aranırsa

bu benim korktuğumdur."



ah sonsuz düzen

nasıl da varsın...



"toprak kara ıslaktı. yakardık.

açılan çukuru gördük. derindi.

tabutu tuttuk. tahtaları koydular.

tabutu indirdik. ağladık.

toprağı ellerimizle attık. ağladık.

ölüyü gömdük."
 
t.u

18 Ekim 2011 Salı

tysta gatan*

amaçsız bir geziydi çıktığım. güneş altında yürümek istiyordum. evdeki yazı masasını terketmedikce gün daha zor geçiyor. öğleden önce yapılan bu yürüyüşler günün daha kedersiz geçmesine yardım ediyor. çok derin olmasa da bir kedere dalıp gitmek hiç de iyi değil. oysa 'hiçbir keder yok işte' diye düşünürüm. ama büsbütün amaçsız değil bu gezintiler. açıkça anlaşılıyor ki günün kederinden uzaklaşmak amacını taşıyor. güneş de bu amacı kolaşlaştırıyor; kederden uzaklaşmaya yardım ediyor. böylece derin sorunlara, ikilemlere düşmeksizin yaşıyorum.


"sessiz sokak*" gibi bir yere rastlayınca öz-varlığımı bulduğumu hissediyorum diye not etmeyeceğim buraya. çok kullanılmış bir deyimdir bu öz-varlığını ya da "kendini bulmak." birşey bulmuş değilim. amacım o değil. insan eğreti dokunuşlarla yaşadığı kendine büsbütün yabancı bir ülkede kendi varlığını nasıl bulabilir? o güne kadar görmediği bir sokağa rastlamaktan mutluluk duysa da. düşlerimde kendi evimi arıyorum. kendi evime varmak amacım. o ev artık yokluğa kanşmış olsa da.

13 Ekim 2011 Perşembe

sana, bana, herkese n'oldu acaba*




üşümüşüm…

düşlerimin üzeri açıktı, bendim,

arzularımsa çıplak, onlardım.

ufacıktı dileğim mavi suya;

örtük bakışının dolaysız ısısı,

…o kadarcıktı!



üşümüşüm…

ölülerimi taşıyordum, öyle sağır.

kaç kez dokundum soğuk dudaklara.

bilemedim nasıl dönmez o göz

ayrıldığı kaynağına,

direnir o kadar!



üşümüşüm…

bu yaklaşan kışla değil,

deniz ürpertisi, göğün alacasıyla değil,

ellerimin soğukluğu hep bir kalabalıkta.

kaçışının gizini gönlünde tuttuğun

bilisiz aşkı

(nı) ver bana!



üşümeyeyim…

zelda



*lale müldür

tik tak


çok gizli bir doğru gecenin toyluğunda

bilmedik çekenin yanlış bir uzaklık

olduğunu..

yabancıların en yakınıydın sen !

zelda




tuttum adını aşk koydum bu aykırı dünyada...


hiçbir sesin hiçbir yüze derinlik katmadığı; çarşıların sünger gibi insanların ömrünü emdiği; yüksek sesle konuşmanın haklı ve önemli olmaya yettiği,taşların bağlanıp köpeklerin serbest bırakıldığı,yalanın iplerinin çözüldüğü; insanların, eşiklerine dayanan yıkımdan kapılarını örterek kurtulduğu; mevsimlerin bile devlet zoruyla düzene sokulduğu; annelerin çocuk yerine suç doğurduğu; yatakların mezara, evlerin hapishaneye döndüğü; herkesin gücünü, incittiği insan sayısından aldığı; gülünç olmamak için insanların sevgisini gövdesine gömdüğü, aşağılık bir kuşatma altında, bir halk kahramanı, bir uzak masal kahramanı gibi onurlu, mağrur, bilge ve güzeldi. bizim kusurumuzu, hasretlerimizi, iyiliğimizi ve kötülüğümüzü göstermek için dünyanın başımızın üstünde tuttuğu bir hayal ülkeydi, bayrağı gökkuşağı olan.


herkesin alışverişle yatıştığı yerde sesiyle ayaklanırdım. caddeler dolusu yoksulluk içinde payıma düşen hazineydi. bildiğim bütün güzel sözleri ona söyleyerek onarırdım yalnızlığımı. suyum akmayı öğrenmişti. insanların mutsuzluğu üzerine düşünmeye başlamıştım. en büyük aptallıkları bile gülerek karşılıyordum. duyguyla tenin birbirinde nasıl eridiğini yaşayarak görmüştüm. hiçbir yere sığmıyordum artık. herkesin imrendiği ayrıcalığımdı benim. durup dururken genişliyordu göğsüm. yüzümdeki nilüferdi.

tuttum adını aşk koydum bu aykırı dünyada..

11 Ekim 2011 Salı

ah! sessizliği işitip karanlığı görmek keşke mümkün olsaydı..."



...önce körlüğünü giyinmesi bitene dek uzattı. sonra sonra yazı masasının yanına gözleri kapalı gitmeyi de başardı. oraya gelene dek ardında kalan eşyaları görmediğinden, çalışmaya oturduğunda kafasının onlara takılması sakıncası da ortadan kalkıyordu. yazı masasının başına geçer geçmez gözlerine özgürlüklerini geri veriyordu. yine ışığa kavuşmuş olmanın sevinci, gözlerinin hareketlerine daha büyük bir kıvraklık kazandırıyordu. belki de kien'in büyük bir cömertlikle sunduğu dinlenme süresi, gözleri için güç kaynağı oluyordu. bu arada kien onları yalnızca verimli oldukları alanlarda, yani okuma ve yazmada kullanarak beklenmedik saldırılardan koruyordu. gerek duyduğu kitapları raflardan gözü kapalı alıyordu. başlangıçta kendisi de güldü bu şakayı andıran davranışlarına. kaç kez elini yanlış kitaba atıp, gözleri kapalı ve her şeyden habersiz masasına geri döndüğü oldu. ancak ondan sonradır ki elini sağ yanda aradığı kitabın üç cilt, ya da sol yanda aradığının bir cilt ötesine uzattığını, bazen de yanlışlıkla ta bir alttaki rafta dek kaydırdığını anladı. ama bu gibi yanılgılara önem vermiyordu. sabretmesini bilen bir insan olduğundan, ikinci bir kez yola koyulmasının hiçbir sakıncası yoktu. ayrıca kitabı yerinden aldıktan sonra, henüz masasının yanına dönmeden adına, cilt sırtına şöyle belli belirsiz bir göz atma isteği duyması da pek ender karşılaştığı bir olay değildi. böyle zamanlarda gözünü kırpıyor, fazla fazla gözünü bir an için bakmak istediği yere dikip, bunun hemen ardından yine kapatıveriyordu. ama çoğunlukla kendini tutmayı başarıyor ve gözlerini açık tutmanın herhangi bir sakınca doğurmadığı yazı masasının başına gelene kadar bekleyebiliyordu.

e.c

...



tenha bir eylül bahçesinde...

bir bardak konyak, kitap ve kahve

otururken dalmış kendi kendime,

güz rüzgârı geçiyor kitabımın içinden

ot kokan nefesiyle.



hızla çevirerek sayfalarını

savuruyor bütün harfleri

gözlerimin önünde,

koparıp kimbilir hangi sözlerden

irili ufaklı belki binlerce.



telâşla kapatıyorum kapağını kitabın

bastırıp üstüne elimle.

bakıyorum herşey yerliyerinde;

tenha bir eylül bahçesinde

bir bardak konyak, kitap ve kahve.

m.a

4 Ekim 2011 Salı

3 Ekim 2011 Pazartesi

“bağlaç” olmakla kalacağını sanan dosta...



bir tüy,

bir telek

bir dal-

gın ku-

şun ar-

dında

bırakı-

verdiği

havadan o-

luşmuş gi-

bi yumu-

şak,düşen,

yere doğru;

bir tüy,

bir te-

lek,



bir yap-

rak

bir güz

dalın-

dan

kopmuş

kopu-

vermiş

sarartılı

bir yap-

rak, ye-

re de-

ğince

kimse-

nin duy-

madığı,

yeri, taşı,

toprağı ba-

ğırtmamış,

incitmemiş

bir tüy, bir telek,

bir güz yaprağı



gibi düşmüş yerleşmişti içi-

me

içerime,

gönlüme,

etime

k o r k u

bir çığ gibi geldin üstüme

karınca-

lar gi-

biydim,

düş ka-

rıncaları,

ozan ka-

rıncaları

gibi



çıdamlı ka-

rıncalar

gibiydim,

çıdamlı,

dümdüz

uzanan

uçsuz

bucak-

sız



engebesiz bir düzlükte

üstüme bir çığ gibi gel-
din kendine kattın beni


gözü, a-

yağı, bir

yerlere

takılma-

dan

hiçbir şeye

yönelme-

den

dümdüz

uzanan

bir top-

rakta

çıdamla



y ü r ü y e n

karınca-

lar gi-

biydim.

d u y d u m s e n i,

ö l d ü m s e n i!


seni seni seni
:seni : seni:
gördüm - : - duydum - : - - :

yaşadım - - öldüm - :



yürü-

mekten

başka

bir şey

bilme-

yen

nereye,

niye, ne-

ye gitti-

ğini bil-

meyen

bir yere

gittiğini ol-

sun bilme-

yen

ozan karıncaları

g i b i y d i m

çıdamla

yürüyen



bu düzlük-

te, engebe-

sizlikte.

senin yanımdasızlığın bir

silik suskuydu, günsüz ka-

ranlığımı keser açardı ka

pısını, sesin, yüzün, yürümen


nereye

gittiğini

gene bil-

meden



bir yere

gittiğini ol-

sun gene

bilmeden

çıdamı

da, yü-

rümeği

de unut-

muş

b i r b ö c e ğ i m ş i m d i

çılgınca dönenen

durduğu

yerde.



görün-

mez en-

gebeler

örüldü

çepeçev-

re



çevrem-

de

k o r k u d a n

bir çığ gibi geldin üstüme
kendine kattın beni, yuvar-
landık bir süre


zeytin

gövdele-

ri gibi-

yim

şimdi

topra-

ğım is-

ter al, is-

ter boz,

ister ka-

ra,



burul-

muş er-

keklik-

ler gibi-

yim

a c ı i ç i n d e

k ı v r a n a n



düzlükle-

rinde gök-

yüzüne

uzanıp gün

ışığını tit-

reştiren,

dünyayı

düzgün

aralıklara

bölen

kavak duvarların-

d a n s o n r a



sonra 



suyu ara-

yıp bu-

lan kökle-

riyle, dur-

madan bu-

danan kol-

larıyla



su fışkı-

rır gibi



yeniden

toprağa

dökülen

dallarıyla

yeşil yağ-

murunu

yağdıran

söğütlerden sonra,

sonra
sonra


yarık

yarılı

yarılmış

tahtasıyla

kıvra-

nan

buruk

burgun

bir zey-

tin göv-

desi gi-

biyim

kuytularda,

eğimlerde,

suskun,

sessizlikler

içinde, gü-

müş yeşil

bir buğu

altında,

buruk

b i r g ö v d e y i m ş i m d i

yemişi

karar-

mayan.

sonra sonra sonra
yıktık kendimizi de



kuru-

yum

göğe baktı-

ğım yerde,

buru-

ğum

yere baktı-

ğım yerde

korkuy-

la besle-

nerek

korku-

dan!

ben çığ oldum şimdi, sen,

kar'ımdaki taş, karnım-

etimdeki

daki, dokumdaki

kama


oysa korku kendi memesini

e m e r e k b ü y ü r;

nasıl

burmalı

bu me-

meyi?

nasıl

kurtul-

malı

nasıl na-

sıl nasıl

korku-

nun sü-

dü ol-

mak-

tan?

seni seni seni
:seni: seni:


yaşadım - : - duydum - : - - :

öldüm - - - - - - - - - - - - -.

seni yaşa-

dım, seni

öldüm;

uçuru-

mun di-

bine

v a r a m a d ı m d a h a

parçalanıp, parça-

layıp kurtulacağım

yere.

bir tüy,

bir telek

gibi, bir

güz

yaprağı

gibi

k o p m a l ı

kuştan, ağaçtan,

yeğnilikle, incele-

rek,



bağırmadan korkudan.

anılarım senin geleceğin olu-
yor, gerçeklik duyusunu yiti-
rip, uzak tan uzağa, hep senin siv-
rildiğin bir pus içinde yaşamağa
başladım şu anda.
sen ağaçtan sen ağaca koşuyo-
rum, aradaki pusarık bataklık-
ta ayrışıp yıvışan günlerin hiç-
liğinde.

b.k