9 Ağustos 2010 Pazartesi

pazar' a şarkı



(tıklayın& dinleyin)

ilk susan


senin için yazmamış olduğum bütün aşkları, yeniden, baştan, yazmayı istedim. sana… hepsi sana olacaktı… suçunu kimseye yükleyemem bir aşk sabahı yola çıkışımı. gözyaşları ardına süzülen dünyaların kırık titrekliği ile eriyordun ışıkta. ışıklaşıyordu kapkara saçların. başın önüne eğikti ve daha seni bilemeden yüzünün yeniliğinde susmaya başladım. üç defa ışıktan çalmak istedim seni… bir kolun, bir koltuğun, bir elin kavrayışında. üçüncüde ben kasıldım. sense denizle ışığın boğuştuğu yerdeydin. kış henüz geriniyordu; ötede nisanlaştı. mevsimler uzunluğunca peşinden geldim.

susuyordum hep. ama, yanına gelip, durduğumu, durup durup daldığımı, senin için söylediğim sözleri yanındakilere dönerek söylediğimi fark etmişsindir. bir deniz kenarında, bir gün köprüsü üstünde, bir de kof bir lodosun çalkantısındaki güvertede,bakıp gülmüştün. susuyor, anlıyor ve gene susuyor sanmıştım.

bir gün bir çocukluk resmini çıkardın bir kitabın içinden; kokulu, kırışmış. aldım.. konuştuk. o zaman, nihayet çözülebilen iplerin gerisinde sürüyerek açılan bir sal gibi, arzuyu attığımı duydum. gecesi, bir elektrik feneri altında, gözüne kaçan bir kirpikle uğraştım. başını, öylece durgun ve boş, önüme uzatan ikinci çocuk oluyordun. kirpiği çıkardıktan sonra bir an bakmıştım kapalı gözlerine. başlarımız arasından rüzgar güç süzülecek oldu. nefeslerimiz, nefesimiz ondan kuvvetli idi. açılan gözlerinde iki yumuşak fener gördüm. karanlıkta güneş titredi; deniz, sayısız hayvan yılların sesiyle uğuldadı… uzaklaştın. ayrıldık. yürüdün ışığın altında. ardında asfalt, ışıkla beraber eriyordu adımların içinde, sessizlikte.
işte o zaman seni, aşılmak istenmeyenin, kendi kendince diretilenin en büyük aşkında, vermemeğe mahkum ettim. saçlarının rüzgarı, derinin yıldızlığı dindi, söndü. denizlerin, una çevirdikleri kayalıkların, anısında, gidip gelen elemini duydum. zira denize, bu kumsaldan ancak çekilmek kalır. sense, bu çekilmenin öldürücü sarılışında başkalarını hatırlayarak ağlıyordun.

gözyaşını silemedim: deniz kurutamaz; tuzu ise yıldızlardan da yakıcı diyorlar.
ağlıyordun. sana sarılıp, içinde, bir sıraya girmemi istediğinden. sen karaya, sağlan toprağa doğru geriniyordun. bense…
bir kedicesine gelip yanıma oturduğun temmuz gecesi, aramızda karanlıkla olgun bir dal yükü vardı: aşılacak bir şey kalmamışlığın yemişi.
oturduğumuz tahta sıranın her bir çubuğu sert ve serin, çok serindi. deniz sakin, ağaç sancılı… kendimizi tekrarlamayalım, demiştim. kanıyordum hep, sense emiyordun, bereketli toprağın bencilliği ile. boyuna kanıyordum. doymamış olacak, dedim, “bir daha…” dediğinde. “son bir kere; ama bir daha.”

aralık kapıların ayrılığında kanıyordum. uykumda kanadım gene ve kan, bitmek bilmez sevinci ile, akıyordu hep, karanlık analıklara doğru.
ertesi gün, tesadüf bilmezliğin akışı ile anlattılar seni: “el tutmanın on yedi şeklini okutur,” dediler. ben hala cömertliğimde, kanıyordum. ışığın damlasına bile layık göremedikleri hayatını, başkalarına ait dünyanı söylediler. pıhtılaşan kanlarımı arzu parçaladı. kirli suyu sızdı kanın, bu parçalar arasından.
gece, karanlıkta, kanımı tabanlarında vıcıklaştıra vıcıklaştıra yaklaştın. boğan, dirilten, zemberekçesine toplayan bir arzu ile yeniden kanadım.
nihayet sarılmamı umarak gelmiştin. ondan sonrası kolay gözükmüştü herhalde.
başlamıştım ama… kanımın ötesinde, ayrıldık. gittin, son olarak. yalnızım şimdi. karanlık, kansız. kimseler gelmesin yanıma. içten sevinç taklidi ile selamlaşmaya mecbur olmayalım. yürüyeyim…

içimde, birden öyle geldi ki, hayatım, sonuna kadar, bir yolun, bir şehir yolunun taş kenarında önüne dizilen bir sonsuz sıra eş ve kuru, tok adım sesinden ibaret olacak… sonra uzaklardan, şehrin dalgalarca koparılan ışılarlı… her şeyin ölüme doğuşu, yeniden ölümle…

b.k