3 Haziran 2009 Çarşamba

mat

başkan beni kayırıyordu galiba. beni en korkulu durumlardan kurtarıyor, başkalarını esirgemezken beni elinde tutuyor, vezirliğe doğru sürüyordu.
alanda oyuncuların sayısı epey azalmıştı. yarıya inmiş gibiydik.yeşiller direniyor, başarıyla sürdürüyorlardı oyunlarını. usta oyunculardı onlar. bakışıyorduk onunla.
kollarını açtı, bana doğru uzatır gibi yaptı, sonra gülerek yumruklarını sıktı, hızla uyluklarına indirerek çarptı.
susamıştım. hepimiz susamış olsak gerekti. ama su için çalıştığımızı unutamazdık. oyun bitesiye su yoktu hiçbirimize.
oyun üzerine ne biliyorsam ondan öğrenmiştim. ustam karşımda duruyordu. Ama oyunun oynanması üzerine bilgi vermemişti. satranca çokbenzeyen bu oyunda taşların, yani bizlerin adı, satrançtaki gibiydi, kurallar hemen hemen aynıydı. bir iki noktada satrançtan ayrılınıyordu. o noktaları da başkan anlatmıştı bu sabah. ne ki, satranç oynamasını bilip bilmediğimi kimse sormamıştı. morların bilmesi gereksizdi zaten. bir zamanlar biraz oynamış olduğum için, oyunu bilmiyorum diyerek işten sıyrılmağa da kalkmamıştım.oynamak istemiştim, başından beri, onu gördüğümden, oyuna katılıp katılmayacağımı soruşundan beri."göçme oyunu" sözünü o da açıklamamıştı ama. göçme oyunun oynandığı bahçeye "göçmüşler bahçesi" adını bilerek verebilirdim ama o sözü, daha hiçbirşey bilmezken uydurmuştum.
sonra başka bir şey geldi usuma o ara. burası, göçmüşlerin bahçesi değildi, göçecek kedilerin çekilip gözden ırak ölmeğe bırakıldıkları yeriydi herhalde bu kentin; "göçmüş kediler bahçesi" idi bu.
göz göze geldik gene. usumdan geçenleri bilirmiş gibi, biraz alaycı bir gülümsemeyle, başını "evet" dercesine sallıyordu. başkan hâlâ düşünüyordu.kendi oyunumu oynamağa başladım.

sen beni yaşatabilirsin, diye geçirdim içimden.
başı, gene, evet, dedi.
ama yaşatmak istemiyorsun çünkü sen

başı, evet, ben?.. dedi.
sevildiğini bilmek istersin.
evet.
ama sevildiğinin söylenmesini istemezsin.
beni söylenmemiş bir sevgide boğabilirsin.
evet. çünkü... çünkü?...
bilemiyorum.
galiba... korkuyorsun.
evet.
oyunu kestim. tatsızlaşıyordu.
kesmedi o.
bekliyorum, dedi, evet...
vazgeç, dedim başımla. başka, öksürdü.
kıpırdamıştım.
dondum.
ağaçların arasında dönmeden önce bacaklarıma sürünen kediye bile bakmadım. kedi geçti, gitti. açtı; yorgundu belki. ölmüştür şimdi. göçmüştür bu bahçede.
başkan beni unutmuştu. oysa ben, küçücük piyade aşağıları savunuyordum şimdi,oysa ben, küçücük piyade, vezirden başkasını düşünmüyordum. ne yapıp edip onu
ama... oyun bitmişti.
bitmişti benden yana. bir tek adım atmam yetiyordu işte. "ne yapıp edip"in gereği yoktu artık. iyi oyuncu değildim ama atılacak adım açıkça ortadaydı. üstelik, istediğimin gerçekleşmesi bundan kolay olamazdı.alanda bir kıpırtı oldu. nerede, nasıl, bilmiyordum. bildiğim, sıranın bana geldiğiydi.her şey durmuş beni bekliyordu. ben başkanın sözünü bekliyordum.başkan başka bir şey söyleyemezdi, besbelli. her yanım gerilmişti, atılmaya hazırdım. bir adımla vezire çıkıyordum. yeşillerin veziri ister istemez benim oluyordu ardından...
başkan susku içinde düşünüyordu. bana dikilmiş yeşil gözleriyle başını, ilk kez, "hayır" dercesine salladı o.
neye hayır?
düşündüğüne.
gülünç olma, tam bu noktaya geldikten sonra...
seni almamı istemezsin elbet, ondan öyle...
hayır. ama...
konuşmak istiyordu şimdi. üstünlük taslamaktan, tepeden bakıp alaycı davranarak sırt okşamaktan vazgeçiyor, konuşmak istiyordu. usumdan geçeni o nasıl anlıyorsa, ben de öyle anlamalıydım onun usundan geçenleri. mor değil,yeşildi anlaşmaya, uzlaşmaya varmak isteyen. bütün gücümü kullanıp anlamalıydım onu.
hayır, diyordu, düşündüğün yanlış.
birden toparlandım. beni oyalıyordu.
yapmak istediğimi sezmiş,önlemeğe çalışıyordu. şu anda bir düşmanlık durumu içindeydik.dost olmamış mıydık bugüne dek? hiç yan yana durmamış mıydık?
görüştüğümüz anda büyülemişti beni. ama ben mi ona yaklaşamamıştım!
düşündüğümden vazgeçmek istemiyordum.
ona bakmayı bile bıraktım, yan gözle başkanın ağzını kollamağa başladım.
başkan kararını verdi, ağzını araladı.çıkacak sesi beklemedim. bir tek uzun adım attım.

binlerce insanın göğsünden bir körük sesi çıktı.
uğultu dindiğinde onun sesini işittim.
"mat" diyordu.

üstümdeki,elimdeki demirlerin göğü tutan gümbürtüsü içinde yığıldım durduğum yere.

k.



"bekliyor musun, öyleyse -hâlâ- varım."
e.b

fate


blueberry hill-louis armstrong

es tan corto el amor, es tan largo el olvido*



seviyorum susmanı, yokluk gibisin çünkü,

sesim sana varmadan işitiyorsun beni.

havalanıyor gibi gözlerin yerlerinden

ve sanki bir öpüşle kapanmış ağzın yeni.


benim ruhumla dolu bütün nesneler gibi

yine benim ruhumla yükselirsin her şeyden.

ruhuma benziyorsun, düş kelebeğim benim,

karasevda sözüne benziyorsun tıpkı sen.


seviyorum susmanı, uzaklıklar gibisin.

inler gibisin hem de, kuğuran kelebeğim.

işitiyorsun beni sesim sana varmadan:

senin sessizliğinle ben de susayım derim.


seninle konuşayım o senin yüzük gibi

yalın sessizliğinde, o lamba gibi parlak.

gece gibisin sen de sessiz, yıldız içinde.

sessizliğin bir küçük yıldızdır senin, uzak.


seviyorum susmanı, yokluk gibidir çünkü.

öyle uzak, acılı, ölüp gitmiş gibi sen.

yeter o zaman bir söz, bir gülümseyiş bile,

sevinirim, başka şey yok öyle sevindiren.


n


*aşk ne kadar kısa, unutuş ne kadar uzun