31 Temmuz 2010 Cumartesi

güne not



düşün o dîvâneyi "herşey içimde" diyen

ateş denilse yanan, su denilse eriyen
 
nfk
 
 
(tıklayın dinleyin)

25 Temmuz 2010 Pazar

ilk defa sever gibi bir başka sevmeyi


nazlı’ya



bir şeyi ilk defa sever gibi

ayın tutulduğu her yerde ilk ay tutulması belki

içime bir bıçak ilk kez, kan nasıl da ılık

nasıl sorardım-

ayaklarım arzan bıçak gibi delerken küreyi



bir şeyi ilk defa sever gibi

gözçukurumda ilk kitabı görmenin mürekkep izleri

neil armstrong’un ayak izleri bilinemezlerimizi ezerken

bilincimizi ezerken bildiklerimiz

ağır yaralı bir tetiğin akla doğru sessiz bir yolu katedişi

o.a



ilk bulanın olacaktı hayat



" kaç zaman olmuştu? acınanın gerdek sesiyle doğrulup


büzüştüğüm köşeden

bir ayin hazzıyla kuşandım mor öfkemi

gezinirken siyah kalemime tutunup

kuytu bir labirent buldum: mavi göke çıkma oyunu

ve ayrıştırdım o an kendi kendimi

dokundukça devleşen arzu

nesnesi’yok söz, ölüm ve ben bileklerimizi kesip

kapı ağzında



kan akıttık; ilk bulanın olacaktı hayat

böyle yazıldı yoksullar kitabına ol mesel

:bulundu bulunacak artık

bütün renklerin seviştiği yepyeni bir hat"

o.a


"çok da uzun yaşamadım bu hayatta, zaten her ölüm de erken ölümdür demiyorlar mıydı. bazı şarkılar var, bin yıl dinlesem yerine yenilerini koyamayacağım, bazı sesler var duymaktan bıkmadığım, bazı kitaplar var, belli aralıklarla okuduğum, okuyacağım ve  bazı şiirler var okuduğumda içimde taşların yerinden oynadığı, başucumdaki konsolda duran bir defter var kitapların arasında okunsada bileninden başkasının anlamayacağı bir dille yazılan, bazı mısralar var burada değil okuduğum andan sonra içsesimden başka hiç bir yerde tekrar etmediğim. bu şiir onlardandır. tıpkı bir geceyarısı  bakarken gökyüzüne ve ay henüz batmamışken sana söylediğim gibi; burada yazmadığım milyar tane şey var ve bazı şeylerin zamanı hiç gelmez. yeryüzüyle gökyüzü arasında ölüm ve yaşamı yaşayanlar için dilsizlikten başka çözüm yoktur çoğu zaman. bilmek ne kadar büyük bir lanetse, susmak da zor, çok zor.
yine de bazen, çözüp yürek kilidini konuşmak lazım noktalama işaretlerine takılmayıp."

23 Temmuz 2010 Cuma

22 Temmuz 2010 Perşembe

manolya



bana biraz gökyüzü getir

tek bir kelime bile konuşmadan

suyun kıyısında durup

işaret ver kalbime

gözlerin hangi çiçekten renk almışsa

mecaz duruşuyla o dalga

beni de içine çağırsın

konuştukça azalıyor güzelliğim

dalından düşen bir yaprağın kaderini yaşıyorum

aynalar kırılınca

fotoğraflar da düşüyor suya

muğlak bir cümlenin peşine düşüp

üşüyorum

rüzgâra açık bir yanında oluyorum hayatın

merhametin, o ılık rüzgâr değmese yüzüme

elbet benim de kıyametim olacak

bedenimdeki dünya kokusu

kendime sapladığım bu bıçak bu ağrı

dışımdaki kalabalık içimdeki tenhalık

ne çok şey buluyor beni sen olmayınca...

bana kehanetler üzerine sorular sorma şimdi

sesim ki bir gölgenin rengine bürünüp

sana varlığını sunuyor

manolya! yüz yıllık adresim

beni bana bırakma

bak, daracık merdivenlerinden çıkıyorum sarayına

düşebilirim sen olmasan

derin kuyulara

yeryüzü korkularına

ey bir yazın rüyasında

bir kere daha açan çiçek

her gölge varlığının esîridir

âşikâr kıl kendini

demli bir çay, biraz melâl

yetmiyor bu hayatı anlamaya

istersen çocuk olur

defne ağaçlarını düşünürüm

meleklerin yaprakları altında

gizli duruşlarıyla oldukları yerde

beni kimseler bulamaz

uyurum suların serin yatağında

istersen yolcu olurum dağlarında

kapında akşamları bürünüp sabahı beklerim

ey ay ışığı! gökten bana bakan sûret

mürekkebi kurumadan şiirimin

bana bak

yeni açılmış bir güle benzesin yüzüm

m.ö

yıldızların uzaklığına övgü & camille



(tıklayın, dinleyin)

"camille", mavi bir at, mavi bir su, mavi bir gökyüzü zaman zaman gri, siyah. öldüğünü anlamayan kırmızı peruklu bir kadın.imgeler imgeler, sıradanlık diyeceklere umrumda değil diyorum. büyüdükçe, hala yaşlandıkça diyemiyorum, başkalarının sesleri duyulmaz oluyormuş anladım. günlerin sıradanlığına inat, kahve içerken ve gezinirken kanalların arasında "camille" biraz o, biraz şu, biraz bu, biraz hayat ve herşey işte... gene üç noktanın insafında herşey.

kargaşa.
anılacak günlerim olmadı mı benim? ayaklarımın korkusuzca çiçeklendiği, silahıma yapışıp sabahın serinliğini beklediğim, kuzey gemileriyle sağır olduğum günler, sepet örmeyi unuttuğum günler olmadı mı? ey geceyi ve kahverengi bir düzeni taşıyan ellerim! yüzümün uğultusuyla şaşırtın beni. o karanlık ormanı yangına vurun. çünkü ben de kaçarken ardımda kalanları yakıyorum. ama iyi biliyorum yıldızları, ama yıldızların tanrıların da üstünde parladıklarını, anılacak günlerimin gitgide yokolduğunu biliyorum.

kargaşa...
ve kolayca yıkılan inançlarım benim, benim en sağlam ve dağınık ellerim. sabahı nasıl tetikte bekliyorum.
şafakla damar damara seviştiğini görmek için bilgeliğin. ve onarıyorum nasıl hızla kendi gücümü. nasıl bir soylu boşluğa çılgınca kayıyorum. ey yangınlar artığı! her yangından arta kalan bir şey,

her yangından arta kalan gerçek şey çoğalt beni.

i.ö

21 Temmuz 2010 Çarşamba

armalar



bazı sözler karanlıkta söylenir

bazı sözler hiçbir zaman

karşı karşıya kaldığımız armalardır

yüzümüzü parça parça aydınlatırken

uzaktaki ateş

yalnızca onlardır konuşan ve hatırlayan

simgelerde çökelir mağmalaşır tarih

armalanmış rüya ölü dil

bazı anlar için çözer kendini

sökülür taşınır çerçeve başka deneyimlere

yüzümüze değen alev

kadar içimizdeki çakım

belirler bizi ve kendi karanlığına döner

simgelerin dilsizliğinde

karşı karşıya dururken biz

armalardır her şeyi kararlaştıran

bazı sözler karanlıkta söylenir

bazı sözler hiçbir zaman



m.m

a toi


(tıklayın dinleyin)

*fransızca şarkıları nadiren severim belli bir sebebi yok ama bu şarkının sözleri ve sabah kahvaltı öncesi konusu geçen reçelli ekmekler, a toi...


20 Temmuz 2010 Salı

136



göz mü yanlış rengiyle?

kışlar mı yaşam aralığı kadına?

kutlandık ezgisi böyle uzak,

yalnızlık, yalnızlık bitimsiz.

gece; ipek dokusu çözüldüğünde

ellerim; eksik cennetim benim


n.m

yazmam daha aşk şiiri



oydu bir bakışta tanıdım onu

kuşlar bakımından uçarı

çocuk tutumuyla beklenmedik

uzatmış ay aydınlık karanlığıma

nerden uzatmışsa tenha boynunu



dünyanın en güzel kadını oydu

saçlarını tarasa baştan başa rumeli

otursa ama hiç oturmaz ki

kan kadını rüzgardı atların

hep andım ne yaşanır olduğunu



en çok neresi mi ağzıydı elbet

bütün duyarlıklara ayarlı

öpüşlerin türlüsünden elhamra

sınırsız denizinde çarşafların

bir gider bir gelirdi işlek ağzı



ah şimdi benim gözlerim

bir ağlamaktır tutturmuş gidiyor

bir kadın gömleği üstümde

günün maviliği ondan

gecenin horozu ondan

c.s


p.s; “dudaklarındaki tuzu dudaklarıma almak için / çok oldu tepelere vurdum kendimi”  dizesini okudum sabahın kör vakti, kendimi çıkaramadığım kitap yığınlarını yerleştirirken bunun son olmasını diledim., kahvem çoktan soğumaya yüz tutmuş ve bildiğim bütün şarkıları bambaşka duygularla dinlerken, akan boğazı gördüm. hiçbirdenizde olmayan o büyü, akan nehirler gibi bu deniz, duygularımız gibi...  muzurluk edip atlas koydum n.m ile t.ö'nün arasına belki gitmek istedikleri yerleri konuşup gülüşürlerdi kendi aralarında. bir gece yarısı buraya düşsem bütün kitapların yerini gözü kapalı bildiğimi anladım. yepyeni bir hata için iniyorum akdenize diyordu i.ö, ve değişiyordu gölgeler, güneş bulutların arkasında ışığını kaybetmiş bir sarkaç, yağmur ha indi ha iniyorken, rüzgardan mıdır nedir, denizin tuzu  dudaklarımda.

yüreğin yaban argosu



bir çocuktun sen

bir çocuktun sen bir bardak duruyordu eşikte;

dolu bir bardak duruyordu eşikte
.

o zamanlar sen daha neydin ki,

annen alucra'nin gizli su kürelerinden geçirdi seni;

at arabalarıyla ve büyük bir kalabalıkla gidilen baş döndürücü mavi su kürelerinden.

neden sonra aldın o bardağı;o yüzyıl beklemiş sütü;çırpınarak tülbentten süzülmeye

uğraşan o koyu,o beyaz,o rahatsız sübyeyi içtin elinden; o süreğen elinden.


annen miydi? kesik saçı ve açık ensesi miydi teyzenin?

içtin elinden.kar mı yağacaktı artık

birdenbire açıldı yüzün

birdenbire keskin karanfil kokusu kanırtılmış merakın

birdenbire doruklarda dev bir atın nal izleri

birdenbire tirkazından kurtulmus kan sıcaklığı

birdenbire farkına varılması bu gece de dün geceki gibi sallanan

bir fenerin birdenbire donması yasaların donan bir ışık gibi

birdenbire esnek bir saniyede toplanmıs bütün bir çağın ağırlığı

birdenbire tümden gelmeye başlayan bir gramofon çiçeği günlerce tüme varıp varıp da

birdenbire karnından boşalmaya baslayan su,iskeleyeyanaşmak üzere olan vapurun

birdenbire gözden siliniveren iki ceylanıbahri

birdenbire iki kafes kıç güvertede

birdenbire iki kuş biri senin kız kardeşinin sandığındaki kokunun renginde

biri bir ilkokul öğretmeninin köşeye atılmış geceliğinden

birbirine yapışık iki kuş çılgın bir sevinçle

birdenbire bir çıglık,yakından,en yakından:gör bizi dünya,görsene bizi!


bir çocuktun sen parıltılar yaratacaktın düzensizliğinden

bunun için belki de masmavi bir örtü gibi bırakarak gölgeni

geçtin resim çeken söğütlerin içinden

bir yalvaç ılıklığı içindeki ıhlamurları

geçirdin bakışlarının eziklerinden



ve aktı durdu

o ilk

o baş döndürücü

o cahil su

şiirdi bir çeşit: yüreğin yaban argosu.

bir çeşit dostluktu

duyardı

cakılın içinde

damla damla gelişen

bir udu.

c.s

sibernetik



üç kere üç dokuz eder

bilirsin

birin karesi birdir

kare kökü de

bilirsin

“mutlu aşk yoktur”

bilirsin….



ama baharda ya da dışarda

sonsuz gögün altında

aşkın aşkla çarpımı

nedendir bilinmez

garip bir biçimde

hep sonsuzdur…



kare kötü de yoktur…

t.u

evet, isyan


demirden sağnaklar altında uyur sevdiğim

göğsünde hazin ayak izleri eski şubatların

onu yaralar kıpırdatıyor

ve o sertelmektedir yaralardan

kasıklarına boşalmaktadır nal sesleri

saçları bukleli bir çocuğu öperek uyandıran

içimize güneşler bırakan nal sesleri.

keserle yontulmuş bir ağzı var sabahın

varınca bayrakları, marşları duyuyorum

başım çılgınca sarsılan dallarla uğraşıyor

durup dineliyorum bütün taframla

bütün taframla, bütün yumruklarım, bütün

hantal yüreklerin olduğu orda.



kesik kolları var aşkın

döl ve inat barındıran.

hırpanî bir okşayışla akşam

yanaşınca çocuklara

ben karakavruk yüzümün arkasında

kırbaçlayarak büyüttüğüm ağrıyı bırakıyorum

bana ne çerçilerden, çerilerden, kullardan

halksa kal'am onu kal'a kılan benim

boşanır damarlarıma yılların kahraman gürültüsü

çünkü kavganın göbeğidir benim yerim.



ay vurunca çatlatır göğsümdeki mahşeri

çünkü kavganın göbeğidir benim yerim

canlarım, kollarında parti pazubentleri

dik başlar, erkek haykırışlarla

göndere, en yukarlara çekiyorlar

en yukarlara çatlıycak kadar aşkî yüreklerini.

yıllardır çocuk başları akıyor yamacımızdan

yıllardır balçıklı bir hayvan çeperlerimizde

kentlimiz cebinde cinayet fotoğraflarıyla sofraya oturuyor

köylü -biraz sessizlik- ne tuhaf bir kelime?

asfalt yakıyor genzimi

asfalt adamlarını topluyor aramızdan

yıkılıp omuzdaşlarının seslerine

yıkılıp bir boran içinde toplayarak çiçeklerimi.



ben merd-i meydan

yani toprağın ve kanın gürzü

güllerin bin yıllık mezarı bendedir

yukardan bakarım efendilerin pusatlarına

insanların bütün sabahlarını merak ederim

gök hırpalanmaktadır merakımdan

ıtır kokan benim yumruklarımdır

benim kavgamdır o, aşk diye tanınan.



alanlara çok bilenmiş yüreğim alanlara

vurulsun kösleri şu gâvur sevdamızın

vursun isyanın bacısı olan kanım karanlığa

zülküf de vursun.

yüzüne ay kırıkları çarpıp uyansın sevdiğim.

i.ö

güne not

(tıklayın, dinleyin)


19 Temmuz 2010 Pazartesi

kir


 

“sessizliği bir silah gibi kullanabilen herkes sevgilisinin alnına dayıyor tüm noktalama işaretlerini...

soru işaretinde zaman kazanıyor âşıklar, virgülde umutları devam ediyor, ünlemde korkuyor, noktada yeni bir başlangıç düşlüyorlar hatta...


her sevgili en çok alnında üç noktayla ölüyor...”

e.k

aşk üzerine marazî bir deneme

I.


aragon’un ünlü sözü “mutlu aşk yoktur”, bütün ünlü sözlerin yazgısını tekrarlar: bu düşünce, daha çok, yanlış anlaşılmıştır.

aragon, hiçbir aşkın mutluluk getirmediğini, getiremiyeceğini mi ifade etmeye çalışmıştı? şairler böyledir, şiirler haydi haydi böyle: ayrıca bir şey söylemezler: bu’durlar, bu kadar’dırlar. onun için de bir tek doğrudan söz etmek boşuna çaba olur; herkesin ufkuna ve derinliğine göre bir yorum, birden fazla yorum olasılığı yaratır bu türden alıntı sözler.

aragon’un yaklaşımını, aşk ve batı başlıklı bir incelemenin de yazarı olan kültür tarihçisi rougemont’un kurduğu kilit cümleye bağlamak istiyorum: “mutlu aşk’ın yazılı tarihi yoktur.”

gerçekten de, batı uygarlığında da, doğu’da da, mutsuz aşkların tarihinin yazıldığı göze çarpıyor. leyla ve mecnun, kerem ile aslı, tahir ile zühre, hüsrev ile şirin, yusuf ve züleyha, romeo ve jülyet, heloise ve abelardus, portekizli rahibe ve sevdiği adam, don juan’ın ya da casanova’nın tekmili birden serüvenleri, bütün tristan ve isolde versiyonları, carmen ve don jose, sonsuz bir listeye yönelmek güç değil mutsuz çiftler konusunda, işlenen aşkın siyah tablosunu çıkarır karşımıza. beatrice’nin dante’sinden “makber"in şairine, nerval’ın “sylvie”sinden halid ziya’ya değişmez bu gerçeklik: klasikler, romantikler, simgeciler, gerçekçiler, gerçeküstücüler, modernler, post-modernler, aşk'ın çehresini değiştirirler de, natura’sına dokunamazlar




II.
aşk’ı tanımlamaya çalışmanın düpe düz gözüpek bir girişim olduğunu bile bile davranıyorum, davranacağım bir kez daha, bu deneme “karpuz çekirdeği”nin karşı sayfalarına kurulduğuna göre: sağlık sınırını aşmış, o çerçeveden taşmış sevgi türüne aşk diyorum ben. karşılıklı duygular dengesi bozulmuş, zihnin ve gövdenin elektirk yükü iyiden iyiye artmış, izan çerçevesi dağılmış, şiddet tırmanmaya koyulmuştur. aşk, kişiye varoluşunun uçlarını anımsatır ve ölüm güdüsünü devreye sokar: çift'in tek'i kendisini (pavese), eşini (carmen), kendisini ve eşini (kleist) yok etme eşiğine dayanmıştır. eşik her zaman aşılmaz belki; eşiğe her zaman dayanılır. aslında: kansız aşk yoktur. akması gerekmez kanın, kaynama noktasına ulaşması gerekir bir tek: orada, o anda gövdenin kimyasal dengesi hepten değişir ve zihin sürçmeye başlar: yoğunlaşmalar, takınaklar, mantığı tersyüz eden bir karar politikası egemendir artık. aşkın (aşığın) gözünün görmediği doğru değildir: doğru olan, onun başka birşey görmediği, başka bir noktaya bakmadığıdır.




III.

iktidar ilişkisinin en fazla sivrildiği, yıpratıcı yanlarının en belirgin formları aldığı alanların başında gelir aşk. görünüşte, bir efendi/kul kutuplaşmasında yol alınmaktadır, oysa efendinin her an kula, kulun her an efendiye dönüşebileceği bir eksen üzerinde iniş-çıkış eğrisini çizer kahramanlar. partönerlerin rollerine aldanmamak gerekir: hükümran nerde boyun eğer, mazlum nerede dikilir kimse kestiremez. uca çekilen, itilen, orada duran ve bekleyen öylesine güç kazanır ki, istediğinde karşısındakini bükebilir, hatta eritebilir de. büyük, zorlu aşk örneklerinin hepsinde rollerin bir evreden sonra ters döndüğüne, ateşin yön değiştirerek yakanın yandığı, yananın külünden yeniden doğduğu bir durum yaşandığına tanık olunur: karşılıklı aşk, her zaman karşılıklı, bulaşıcı, yayılmacı bir yangın demeye gelmiştir. tek taraflı aşk, zaten aşk değildir: öteki’yle tamamlanma arayışından öte, kendi kendini bulamama güzergahıdır: bir som yanılgı, bir som yanılsama.




IV.

mutsuz aşkın tarihi, kaldı ki, aşk’ın tek taraflılığına değil, karşılıklılığının gerçekleşmesinin egellenmesine dayanır hep. erişememenin, buluşamamanın yanyana gelemeyişin binbir çeşitlemesi çıkar karşımıza: hayat gelir düğümü kurar bütün öykülerde, birbirine doğru yol almaya çıkan aşıkların yörünge tabakalarını kırar, sapmaları örgütler ve bir yana çekilip, calvino’nun deyişiyle çapraz yargılarını izler, efsane her zaman gerilim istemiştir. hikayenin askıda kalması, kavuşma anının ertelenmesi ya da yitmesi için durmadan yeni denklemler öne sürülür. iki trajik odak belirler bireyin yaşam akışını: aşk ve ölüm. ikisinin de ayırması beklenmiştir. çağlar boyu, aşk’a bakışın temel yasası olarak kalmıştır bu: biraraya gelindiğinde aşk ölmeye başlayacaktır.

toplumsal düzenler, hangi evrelerine bakılırsa bakılsın, bu türden bir sonuç-yorum ile kuşatmışlardır bireyleri. mutsuz aşk, aşk olarak yaşayıp gitme şansını taşımış; mutlu aşk, aşk’ın ölümünü hazırlamıştır.

onlar ermiş muradına – o noktada biter her hikaye: mutlu aşkın anlatılmaya değer bir yanı bulunamamıştır.

anlatıldığında, aşk’ın ağır ağır ya da hızla eriyişinin konu edildiğini görüyoruz: çiftler, ama birlikte ama ayrı ayrı, mutlu aşkı çözmüşlerdir. shakespeare’de de böyledir bu, balzac’da da.



V.

mutsuz aşkın destansılığı, özde, trajik çekirdeğiyle bağlantılı biçimde öne çıkar. gene de, ayrıntıları yabana atmamak gerekir: hemen hep ayrılık motifi ağır bastığına göre, araçlar etkili olacaktır: bekleyiş, klasik dönemlerde mektuplaşmayı (hugo ile juliette arasındaki yazışma yaklaşık 20 bin gönderiden oluşur), asri zamanlarda telefonu devreye sokar: mesafe, aşkın en sağlam sigortası olarak görünür.

cinsellik düzleminde de. erkek aramış, kadın bulmayı beklemiştir. gövde(ler) çalışmaz, durdurulur. haz zamanı gelecektir. arada, kızışma süreci yaşanır:kıskanç zihin yanar, tutuşur, an gelir yakar, tutuşturur: imgelem, dönme dolap gibi hızla merkezin etrafında dönmeye koyulur. sonra yorgun düşer. burada da mesafe simgeleri işler, aşık fetişlerden medet umar: saç teli, mendil, el yazısı mıknatıs gibi çeker onu: erotizmin anahtar nesneleri.



VI.
mutsuz aşkın diyalektiği, konuyu kapalı bir alana sürüklemiştir. gövdenin keşfi ve fethi bağlamında farklı değildir yorum türleri. cinsellik çoğalmayla özdeşleştirilmiş, din’lerin ve aile’nin çoğalma arzularının sonuç-edimine indirgenmiştir. aşk, erotizmi gösterir: bir öteki’ni istemekle yetinme, kendini de iste. gövdelerarası ilişkide temas teğet’e ayarlanır böylece: istek, istek olarak kalabilmek için doyum’dan olabildiğince uzak tutulur.

önce keşif gelir. keşif, uzun bir hazırlık, özenli bir bakış, ağır ağır gelişen bir yayılma harekatı demeye gelir. cinselliğin hedefi soyuttur, yetkin gövdeyi biçimlendirir imgelem haritasında. erotizmin beslediği aşk, arızaları sever, hata yüceltir: hedefi nesnellikten büsbütün uzaklaştırmıştır.

xx. seminer’in “jakobson’a” başlıklı seansını bitirirken, bir yıl öncesine de gönderme yaparak, bir kadına yazdığı mektuptaki yazımsal sürçme nedeniyle, bıyıkaltından kendisine eşcinsel olduğunu ima edenlere “geçen yıl dedik ya” der lacan: “insan sevdi mi, seks sözkonusu değildir.”



VII.

lacan’ın sözü, aşkın cinsellikle kaynaştırıldığı perspektiflere iskender kılıcı gibi iner. şaşırtıcı bir yan yoktur oysa, bu önermede: bütün klasik ölçütler gelir sözkonusu ayrımı doğrular. yalnızca kavuşamamanın, buluşamamanın yol açtığı bir kopuş değildir üstelik bu; ters kutupta, kavuşmanın ve buluşmanın durmadan tekrarlandığı, keşfe vakit bırakmayan fethin esas olduğu örneklerle de kopuş geçerlidir: ne casonova aşkı yaşama hakkına sahip olabilmiştir, ne de don juan ya da acquitaine dükü guillaume: öteki’ni bulamamanın temel gerekçesi kendini gözden kaybetmektir.

erotizm vakit, sabırı emek isteyen tutku kültürü. musil’in “niteliksiz adam”ın merkezinde, ulrich-agatha çiftinin sırdaşı ilişkilerinde sınırlarına ışık tuttuğu teğet mantığı. orada egemen fiiller değişir: dokumak, değmek, bakmak ince ayar ister. bir başka denememde değinmiştim: musil’in kediler konusundaki gözlemine: çiftleşme mevsimi gelip geçtiğinde, birbirlerinden hepten uzaklaşmazlar, göz mesafesinden uzaklaşmaksızın yeni konumlar seçerler. sonra, gene, yakınlaşacaklardır.

klasik ölçüler böyle de, çağdaşların ki farklı mı? batı avrupa’da yapılan bir araştırma, günümüz insanının aşk’ı hayvan ve spor tutkusunun, meslek ve serüven tutkusunun hizasına koyduğunu gösteriyor. melalden yorgun modernler tutku’yu “coşku” ve “neşe”yle özdeş sayıyorlar. aşk, artık kan ve gözyaşı ile yoğrulan bir imge olmaktan çıkıyor. insanlar onu yaşamak istiyorlar. onunla yaşamak. hayatın bir olanaksızı saymaktan yana değiller aşk’ı.

onun olabilirlik payı ne ki?

bu olabilirliğin ifade edilme payı var mı?



VIII

çağın aşk’a yüklediği çehre büsbütün değişmiş değil elbette. aşk, onu doğuran nedensiz heyecana (sartre bile “büyü” saymıştır heyecanı), onu doğuran tutku gizilgücüne bağlı bir değişmezlik içerir bir yandan. koşulların, toplumsal bağlamın, ideolojik örgünün değişmesiyle değişmeyen bir mayası olduğu bellidir. “mutsuz aşkın tarihi”nin yazılmasında kesintiye uğramaması bundandır.

şükufe nihal, domaniç dağlarında, sevdiği adamı genç yaşta yitirmiş olağanüstü güzellikte, bütün erkeklerin etrafında pervane gibi döndüğü bir kadının öyküsünü derlemiştir. hiçbir talibine dönüp bakmayacaktır o kadın: “arslan yatan yere ben köpek bağlamam”, demiştir.

bir kere daha aragon’u çağıracağım: “aşk, bize güç veren tek özgürlük yitimidir”.

binbir örnekten başkası: valyum dönence’sinde (1991) trajik tutkusunu kaleme alan patricia finaly. 1964’te sinema yönetmeni labarthe’la karşılaşır, yedi yıl süren aşklı ilişkileri bittiğinde, o gün bugün süren karabasanı başlar: uyku tedavileri, psikanaliz seansları, sakinleştiriciler, hipnoz tedavisi işe yaramaz. “xx. yüzyılda, hekimler hala aşk acısını dindirebilecek bir hap yaratamadılar”, sözü yirmi yıldır hayalet gibi yaşayan ve durmadan labarthe’ı takip eden, herkesi ona telefon etmeye zorlayan, olup bitenlerden hiçbir pişmanlık duymayan finaly’ye ait.



IX.

bir yandan da kendisini kuşatan bütün engellerin içinden geçip sürekliliğini, daha doğrusu sessiz sürekliliğini kazanmanın yolunu arar aşk.
yeryüzünde, başlamış, sonunu getirmiş pek çok aşk hikayesi yaşanmış olsa gerektir.
başlamış ve bitmiş aşklar düpedüz sıradan hikayelerdir aslında. kimi çözülerek, bozgunla; kimi özensizlikten, yorularak; kimi de törpülenip ehlileştirilerek, kurumsal fanuslar içinde silinip geçmiştir.
zorlu olan: kişi’nin kendi içindeki aşk’ı yaşatmayı bilmesidir şüphesiz.
daha da zorlu olanı: iki kişinin, karşılıklı, günden güne aynı aşk’ı beslemeleri, tutku’ya yaşama hakkı vermeleridir.
toplum bilimci jean dovignaud, “kişisel hayatta olsun, toplumsal hayatta olsun, tutku, bir kopuştur” diyor: “kültürel, dinsel, siyasal ve toplumsal kodlara diklenen bir kırılma, genel yapıların uyumunu bozan bir korku kaynağıdır tutku – sistemler için”.
insan, tutkularına gösterdiği özen ve bağlılık oranında kendi kendisini gerçekleştirme sınırına yaklaşabilir, onu genişletebilir.
daha, diyebilmek çok önemlidir.

e.b

16 Temmuz 2010 Cuma

güne not



"bir kabuk içinde

birbirinden ayrılmaz

aşk ve acı yüreğimde

ikiz badem içidir."
 
diyor m.a
 
 
"öyle sevdim ki seni


öylesine sensin ki!

kuşlar gibi cıvıldar

tattırdığın acılar "
 
diyor
 
c.s
el yazımın uzadığı defterler, sayfalar, dağılan mürekkebin kokusuzluğu, kalabalığa rağmen zaman zaman gelen, ben burdayım diyen ıssızlık...
 
akşam üzeri evlerin gölgelerine bakıyorum, kuşlar havalanıyor çatıların arasından, mavi bir bulut şekil değiştiriyor kaçarken akşama ve birden pina bausch söylemeye başlıyor some day he'll come along, the man i love... gözlerimi kapatıyorum, hemen arkasından ella, he'll look at me and smile; i'll understand,  and in a little while, diyor, ardından billie holliday... üç farklı kadın üç farklı kalp, söyledikleri aynı... vurgular nasılda değiştiriyor imgelemelerimizi.  ağzımda kırmızı şarabın tadı, oysa kahve ve likörün kokusu siniyor üzerimize.  şarkılar ve kokular... hemen arkasından tea for two başlıyor anita'yla, gülüyorum...  sonra coltrane çalıyor, frank sinatra söylüyor farklı zamanlarda,

it doesn't matter where you are


i can see how fair you are

i close my eyes and there you are

always...

 devriliyor gölgeler, uzuyor, kısalıyor, akşam sefaları açıyor, kapanıyor, kokusu değişiyor mevsimlerin, kalbimiz hep aynı yerde çakılı, hep aynı şeyin esiri...

kanama


kumunu yitirmiş bir çölün hüznü

önemlidir bir düş'ün depreminden

ölümün sevinci her silah sesi

kalbimde çalkalanır bir deniz bunu bilmekten.



yüzünü yerinde kullanmıyor sevgilim

dalgınlığını da,

onda bir geyiğin dağlar kadar korkusu

kanı görünüyor bir avcının dürbününden

toplardamarında doğurgan bir acı

inciniyor zamansız gökyüzünden.



sessizlikten öğrenmiş tutkuyu

ayrılıkla şakalaşmaktan

aşkı bir şarkıya uğramış durmuş

taş sözcüğünü duyunca kırılan cam gibi paramparça

bir bakıma göz ağrısı.

çam kokulu dudakları değince ağzıma

kar diner, çiçek açar kasığındaki sudan.



onu durmadan anımsamak bir kanama mı?



nereme dokunsanız gül tadında bir sancı.
 
v.ç

15 Temmuz 2010 Perşembe



bazılarının aksine birkaçımız hala efsanelere ve mucizelere inanıyor...

züleyha'nın ilk duası



rabbini bilen züleyha ilk dua olarak hemen oracıkta, rabbim, gözlerimden bu acıyı kim silecek benim?
kim yıkayacak gözlerimin içini? kim yıkayacak acılarla dolan kalbimi
hemen arkasından da, olsun,dedi.

rabbim, her şeye razıyım.
hepsine razıyım.
yeter ki aşktan azad etme kalbimi.

yeter ki göz yaşlarımın serininde yıka içimi.
göz yaşlarımı ve aşkımı alma, onlar bende kalsın. bedel olsun.
ödül olsun.
bağış olsun.
yoksulluğum zenginliğim olsun.

aşkım yeter, muhabbet denizinin kıyıları ne denli sınırsızmış göreyim.
aşkım yeter varlığımın anlamı neymiş, çözeyim.
yeter aşkım,
yeter ki aşkımın kalbime düştüğü yere kadar yükseleyim.

aşkım yeter, tenimin kafesiyle düştüğüm kuyudan aşkımın tüyleriyle yükseleyim.
aşkım yeter,tenimin beni hapsettiği zindandan aşkımın kanatlarıyla geçip gideyim.
aşkla var olduğum yerde yine aşkla yok olayım.
rabbim,acıya razıyım ama gözyaşım bende kalsın. razıyım yoklukta var olayım.

yitirdikçe bulayım. öldükçe doğayım.
canım çekildikçe aradan saf aşktan ibaret kalayım.
rabbim, çıkar aradan takılıp kaldığım tenimi,kaldır aradan saf aşkla aramdaki perdeleri.

nun masalları


yüreğini asıl sızlatanın ne olduğunu fark etti. onu ve onunla birlikte, diye düşündü. bütün bu acılarım yaşayamadıklarımdan ve yaşatamadıklarımdan ileri geliyor

hattat görüyorsun artık gerçekle düşün arasında bir yerde, denizle gökyüzü arasında bir yerde, ölmekle var olmanın arasında bir yerde, hala sayıklıyorum. hattat bil beni. kan ve ter ve gözyaşı içinde; alevler, hummalar ve sancılar arasındayım. ne aşkı, ne ölümü ve ne hayatı tanıyorum. benden razı ol hattat, seni terk etmeyeyim.
zamanı çoktan yitirdim..

n.b

güne not

"yazamıyorum, yazamıyorum, içimdekinin büyüklüğünü anlatacak alfabe, kelime, cümle yok. ayırıp göğüs kafesimi ikiye, koymak istiyorum seni içime"


"keşke yalnız bunun için sevseydim seni"

satranç dersleri



I.


uzun bir nehirdir satranç

kıvrak ve uzatarak boynunu

nice güneş batışını yerinde görmüş boy-

(nunu

oysa veba tarihçileri bilmemişlerdir

her karenin bir karşı veba girişimi oldu-

(ğunu

göğe bezgin bakanların bir türlü öğrene-

(mediği

bir oyundur satranç



evet ilk aşk gibi bir şeydir ilk açılış

artık dönüş yoktur

kuşku bağışlanmasa da

tedirginlik doğal sayılabilir

ancak

yürümenin dışında bütün eylemlerin adı

kaçış kaçış kaçıştır



çapraz özgürlüklerinde filler

acılardan yapılmış bir alanda

ne zaman ki esrirler

yazsak defterlere sığar mıydı

şah açmazında vezirin ölümcül tutkusunu

yerine göre piyon da bir tufandır

içinde hep bir vezir sürekli mahzun

düz gider çapraz vurulur ve uzun uzun

günbatımlarını çağrıştırır



hüznü uçlarından dolanıp

yalın sıçrayışlarla piyonlar arasından

ürkek ama cesur ama sevimli

açsa duyargalarını o tarihsel şiire

iyi bir oyuncu en çok atları sever



sen ey atını kaybeden oyuncu

bir ilkyazdan koca bir güz yontan adam

bırak oyunu



artık

öyle bir ıssızlık düşle ki içinde

yeryüzü kişnesin

bizim atlar



II. 

nicoldu onca oyuncu

oyarak

ette oyuk seyirmesinden

oyun kurarlardı



o mağrur gemiler ki açıklarda

güneşin şanla her akşam ufala ufala bat-

(tığı

suların kabarıp taşarak savrulduğu oradan

kesik bir insan başı gibi taşra düşüp

helak oldular

ün geldi ey iskender

çok acaip gördün ömrün tükendi

geri dön

ürktü

ki endişe

dünyadandır ve hayal hiçtir

sözü onun

...avda

yine geri dön bu son

yoksa öleceksin gurbette

dedi ses ve işitip ağladı

o koca iskender ki

tuhaf matlar yapardı

mat oldu olağan biçimde



artık anlaşılmıştır günün akşamlığı

kesin mat yok

iyi oyun vardır sadece

ve satranç aslında dalgınların oyunudur

dalgının ölüm karşısındaki sükuneti

düşmana

ölümün dehşetinden korkuludur



eğilip o oyuncu

uzatsa boynunu buyruğa



taşlar sürüldüğünde

kaleyi buyruksuz düşündü mü kişi

demek ki bütündür sallantıda

demek ki gök de anlaşılmaz bir biçimde(ölü

cinayetler de yeryüzüne paramparça da

(ğılmıştır)

aşk ve umut dağılmıştır

koygun bir gece gibi günü kaplayan

sevgilinin gözlerindeki zeytin siyahını

o oylum oylum kabarık şiiri

kaplayan

bir şeyse buyruksuzluk

taşlar sürüldüğünde

alıp kişiyi kayalara çarpar buyruksuzluk



çağı binip

cübbesinden gözükara süvariler çıkaran

o beyaz taş oyuncusunu nerde bulmalı

tutup üzengisinden öpüp koklamalı



III.

söyleyelim ebir

ha

in

dir

eSekiz yok

yok ayrı bir düşman falan

genç çeri

ey e hattındaki budala

-anrım ne saflık-



bir ara dilim sürçse

de at kıskacını anlatsam

desem ki Ha-

derler ki kemik atıyor

köpek resmine bu adam



anlat

apaçık olanı

gecedir halk

etinin önünde anlam

katledilmiştir



vardın

söylemezler otlar

çok sütun düştü

nice bir taş

ne zamana yetiştin



aykırı sür

çalka

de ki ey at kıskacı kabaran

ateş almış ve ey at kıskacı

diye bağırarak

o oyuncu

oynadığında seni

konuş benimle

sana hizmet danışayım



IV. 

hüzün

yalındır-dağdan

aparılmış kar topakları gibi



yel ki ince

ipince bir teldir kopmuştur



insan

azar azar kopmuştur



yalnız hüznü vardır kalbi olanın

hüzün öylece orta yerdedir

tuhaf bir yarma yaşanıyordur

çepçevre şeytan kilitleri



sınav



V.

bir oyuna rasgeldim

her taşı yakup hüznü



anlat

bu boşalmış at

hüzündür



yanında

kalfa

çırak

ben bir oyuncu tanıdım

daha

ataktı



gördüm ki çatlıyordu

kara kuzgun



kabusa beyaz bir su

oyuluyordu



've sabır

olmasaydı

yeryüzünde

birgün

kalınabilir miydi? '



VI.

bu hüznün

mesnevisi yazılmadı

gürbüz tarhlar öldü

o ceylanda

birkaç minyatür

mütekeddir

-de bana bu esrime

bu koygun minyatür yalnızlığından

başka nedir-oysa

kocamandır aşk

usanç

hep eksiler alanında

olup biten birşeydir

parçala bu trajik geçiti

o taşı sür ey insan

taşı taş-çünkü saat

sınanan bir süreçtir ve atlar

yanıldıklarında

kaygan

o karangu duvarına çarpıp kuşkunun

düşer ölür atlar



çünkü satrançta

çünkü orada ve burada

her zaman

öğretidir zaman

aşkın da

katları vardır-kadim

kabarık bir öyküdür alınyazısı



ey aşk

elbet başındasındır bela kitabının

ne çok dilin var

gece ki anlamadı

şu anda

o

ibrahim ve ishak

yargıç yok taşı kim atacak

leyle bilmez mi gerekli olduğunu

diye döğünüp duran

gece ki ey gece

o külli aynalar

seni ararlar

ıssız bir hat fotoğrafın

dan sana çıktım



oynanan

göstermelik bir son oyundu

aldandın

ağır taşlar verdik

...ve ay seni bulduğunda

yani ki kanıtladığında kendini

ben

müthiş bir başlık atacağım

şiirime

sevgili gecem diye



VII.

şebçerağ

söndü mü

diye bir ses



sahi şebçerağ nerde

iskender! iskender!

diye bir ünlem



bu nasıl iskender

aramız bengisuyu

diye bir hüzün



'hişt! dostlarıma şunu haber ver

denize açıldım

ve gemim parça parça oldu'

diye bir im

denli narindir intikam



intikam içli bir marştır gerçekte

bir ara ses aygıtını yırtarak çıkarılırdı

o şimdi

dışlanmış bir taş olarak

karlı kış gecelerinde

acılı bir genç şairin her geçişte

hüznüne tanık olduğu

metruk bir kümbet denli müşahhas

aşktır-ve o

ne rahim bir yürüyüştür gecede



(o yıllar bir ressam tanırdım

gök çizemezdi

yüksek evler yapardı yitik kadın yüzle-

(ri-birgün

o kentin

- tarihsel bir kenttir-

o çarşısındaki hasır iskemleli kahvede

onu bir cenini çizerken ağlar gördüm

bütün öğeleri belliydi ama neden gözsüz

ama neden bir kaleden artmış kapı tok-

(mağı gibi

ıssız ve dokunaklı

diye sormadım çünkü ben

ağlayanları severim ve güzeldir ağlamak

denebilirki-

bir insan en çok ağlarken güzeldir

vakit de akşamdı dışarda kar vardı

kar yüzyıllardır alabildiğine vardı

insanlar doğar konardı konar göçerdi

sonra o bütün resimleri yırttı-

birden kaybolmuştu

arıyor diye duydum bir şeyi

çağın unutturmak istediği

belki derin bir gök resmini

ye'si biçen o eşsiz kılıncı gürbüz hamleyi)



bu taşı da sürüyorum

koyar gibi o güzel yapının üstüne

ya da komaz gibi taş üstünde taş

(ben daha çok taşlarımı anlıyorum nedir

ve nedir taş-

çakmak taşı satranç taşı

sapan taşı göktaşı)

reddetmek gerekiyor kimi taşları ve şey-

(leri

sözgelimi sapan taşını

- o göz çıkarır sadece -

ortadaki gökkasabı gökdeleni

tanrısız tecimevlerini caminin hemen

(önündeki

anacaddedeki aykırı kadın salınışını

yanlış konumunu gülün evlerde bahçelerde

ve hatta parklarını bile bu taş mekanın

reddetmek gerekiyor



çağa çıktığımda

kan -çoğalan bir suret ve kendini

ta içerlerde bir yerin üşüyor -duymu -

(yorsundur

yinelenir durur -şu sanki ne diye - ak -

(şam ki

dönüp nefsini içine tuttuğun yüzündür

senin yüzün - paramparça

bölük pörçüktür

şu kuytu kalabalıkta

şu yalnızlıkta

ivedi ve kirlisarı

dişiliğini kullanıyordur kuşku

lüks oteller gibi kuşku

kuşku



(çağı deştiğimde

o yüz

diyor yoruldum - aynalar

gösterebilir mi hiç -bana sonumu

nedensiz başladığım oyunculuğa

bitireceğim raslantıyla-oyunumu

dostlarım da

var -intiharlar

her akşam ıslak-yapışkan

saçlarıyla girip odama

paniğimden pay toplarlar)

azaldı

halk içinde yüzdeki ben gibiler

eldeki siğile

çıbana - etin yumuşak bir yerinden sö-

(kün eden-

döndü halk ve cüzzam ne gün yürüdü

ve hep bir yaprak değil miyiz ki

bir zaman yarıp çıkmak serüveninde

özdalımızı

topu topu bir mevsimi yaşarız işte

müşa'şa'bir sonbahar figüranıyız

hepimiz de

ve cüzzam ne gün yürüdü sormalı

değil mi ki ebabil

adil

bir infazın adıdır

ve insan

- ne şu ne bu -

iyioyunundan

sorulmayacak mıdır



VIII.

(kıstak)



her dakika

henüz ölmüş gibi ebuzer

kimsesizsindir

içlemin gamevi ay emek



kesik kesik solur

avcının ela gözlü nesnesi

kaybettiğin divit - kırdır

faniliğindir o ağaç ki

zekeriyya onda saklıydı



yazı ebediyyen vardır

n ortadaki göçük

içerdeki dehşet

pusudaki bungu

kıyım mahzen kan -

çok kandil kırılmış -sanki geç

herşey için -niçin

ertelenir sanır insan herşeyi

öyle sanır -yeniden han

o ölümsüzlük gibi mutantan

taş -düşmüş

vardır - orada nasılsalar öyle

apaçık

kırıktırlar



dili faldır aşkın ey taş



i.ç
 
 
(tıklayın)