31 Mart 2010 Çarşamba

mırıldanmalar



I


içimden dedim beraber yürüyelim olur mu


varsın gemilerimizi taşıyamasın sular


varsın yarı yolda uyuya kalsın


bize gönderilen bahar




içimden dedim beraber yürüyelim olur mu


varsın gölgemiz olsun hüzün


dilediği gibi uzatsın canevimize ayaklarını


varsın annemiz olsun tütün


hayat daha sert vursun yumruklarını




II


içimden dedim ilmeği kaçmış bir hayat bizimkisi


nedir alnımızdan öpmek için izimizi süren


kalmış mıdır kalesi düşmüş bir şehrin cazibesi


nedir yalnız bize yakışan bu serüven


bu serüven ki


bizden biri yaptı sırtımızdaki hançeri


ve terketti bizi huzur denen sevgili


kalakaldık, şaşkınlığın avuçlarında


billur bir kuş gibi




III


içimden dedim gömülü bir ırmağın yalnızlığıdır bu


beraber yürüyelim olur mu…




i.t

ellerin değince denizlerime


kalkıp bir ağacı suluyoruz ellerinle
yağmura bakıyoruz -hep yağıyor-
pirinçhan'da bir gramofon
-beni kör kuyularda...
ellerin öylece duruyor masada
kuyum ustası ellerin
bir şunu unutmuyorum
gülerdin, şenlenirdi bahçelerim

ben alıp ellerini uzaklara gideyim
ardım sıra kambur cüce
çevirsin çemberini
alıp gideyim ellerini...ellerinin
tenimdeki gül dövmesini

kaç kış uyudum, unuttum
karlar nasıl erirdi soğuk göllerde
paslı dilim ağulu dilim kekeme
çamaşır günleri kapı önleri sevişmeme
saatleri evlerin, bir peygamber çiçeği
ağzında yarım bir cüzle
beni ezberle, diyor, beni ezberle
bir bunu unutmuyorum, bir de
parmak izlerini,ateşler içinde

kaç vurgun kaç hastalık
ölmedimse, telkâri gümüş
ellerin, işlediği için
bir gül
bir daha
köklerime

bir şunu unutmuyorum
aşk en güzel yenilgi
ellerin değince denizlerime

ç.s

mazhar alanson - hüznün kuşları

sen tutar kendini incecik sevdirirsin...

milena'ya mektuplar

bak: "en çok seni seviyorum" diyorum, ama gerçek sevgi bu değil belki, "sen bir bıçaksın, ben de durmadan içimi deşiyorum o bıçakla" dersem, gerçek sevgiyi anlatmış olurum belki."

"her tarafa milena yazdım, yazmayı bildiğim tek kelime bu ve ben büyük bir coşku ile bunu herkese göstermek istiyorum. hasta olduğum için “6 ay boyunca dinlen, günlerini boş geçirmeye bak” diyorlar. oysa bu altı ayın sadece 4 günü izin veriyorlar mutluluğa. hala hastaysam suç bende mi peki? "
"istasyonda bana bakan yüzünü düşündüm. unutamayacağım bir doğa olayıydı bu."
"bana her gün yazma demiştim dünkü mektubumda, bugün de aynı şeyi istiyorum senden, bu ikimiz için de daha iyi olur, hem bugün daha da direniyorum bu isteğimde -ama ne olursun Milena, sen kulak asma bana, yine hergün yaz bana, kısacık da olsa yaz, bugünkü mektubundan daha da kısa olsa iki satır ya da bir satır, bir sözcük olsun yaz Milena... korkunç acılara boyun eğmek zorunda kalırım tek sözcüğünden yoksun olursam."
"durumumuz aşağı yukarı şöyle: ben, bir yerlerde, pis bir çukurda yaşayan (çukurun pisliği benim orada oluşumdan) ormanları tanımayan yabani bir hayvandım. birden seni gördüm ışıklar içinde, aydınlıkta, o güne kadar gördüğüm en güzel şeyi, seni: unuttum olup bitenleri, kendimi unuttum kalktım ayağa sana yöneldim..."

"seni gördüm düşümde bu sabah yine. yanyana oturuyoruz... sen itiyorsun beni, ama kızmadan, gülerek. üzülüyorum, ittiğin için değil, seni itmeye zorlayan davranışıma üzülüyorum. sızlanmayan, yakınmayan, herhangi bir kadına davranır gibi davranıyorum sana; sessizliğinin ardındaki sesi -hem de bana seslenen sesi- duymadığıma üzülüyorum. duyamadım mı dersin? duymuş da olsam, karşılık veremedim ya! ilk düşümden daha perişan daha kötü ayrıldım yanından. bir yerde okumuş olacağım, buna benzer bir olay geldi aklıma:

"ateşten örülmüş uzun alevlerdir sevgilim,
dolaşır yeryüzünü, sarar beni.
ama sardıklarını değil,
görmesini bilenleri sürükler ardından..."
senin
(adımı da yitirdim!
küçüle küçüle "senin" kaldı yalnız.)"

k.

30 Mart 2010 Salı

la fille sur le pont

insanın acısını insan alır

yüksek sesle konuşan,

asık suratlı bir kalabalık içinde

bir sessizliği onarmaya çalışmaktan sindi üstüme,

bu ezilmiş gül rengi acemilik.



bir kirlenmeden korunmak için

susarak yaşadığım her şeyin bir yenilgi olduğunu

çok sonra öğrendim.

benim, kıyısında bir saygıyla beklediğim olanak,

başkalarının çiğneyip attığı bir sıradanlıktı

insanın acısını insan alır.

herkesin gövdesiyle varolduğu yerde

yüreğini öne süren "bir beyazdım, zenciler arasında"

kimsenin başkasının gözünün içine bakamadığı,



herkesin çoğalmak için aynasını yanında taşıdığı yankısız bir zamanda,



insanları sulara bakmaya çağıran meczup,

bir beşinci mevsim simyacısıydım,



yanlışını sevip yenilgisini kutsayan...

bir solgunluktan geliyorum evet...

kıyılarındayım işte tüm kirlenmişliğim, tüm arınmışlığımla

insanın acısını insan alır.


ş.e

güne not



kendimden yabancısını bulamadığım için

iyiyim

yerliler arasında


h.e

29 Mart 2010 Pazartesi

gövdelerin gecesi



sana tanık bulunur şehre salınmış gövde

kaldır artık şu göğsünden lekesizliği

soyunup başımız önde şehri çıkalım!



dünya beni acıtacak kadar büyükmüş, demek için

küçük yalnızlığını dünyaya bağışlayan!

bakışlara kalplere kurulmuş aynalarda

herkes öyle yalnız ki yalnızlığı bilen yok

ve insanın insana uzun cehenneminde

kendi yüzüne bakacak kadar güzel değil hiç kimse



yüzüne benzettiği maskelerden ağlayan kadın,

inceyken kara kalemlerin ezdiği bir resim gibi

kitaba düşünce kelimenin şerrinden

sevişmekten yorulunca aşktan korkuyor

hayatı başka hayatların çıplak gövdesi



gövdelerin gecesi:benzerinin yüzünde ölümü öpen

ve soyunan yalnızlık korkusuyla benzerlerine

yok çünkü, cezasını bir cezaya ekleyen gezgin

ayna tutup boynundaki ipi kıran yok

yataklar ter kokan cesetlerin buluşma yeri

gölgelerin çiftleştiği şehirde

ben kendimi sevseydim cinayetler işlerdim



ey, yüzüne bakmadan aynalar tasarlayan, sen de

rüzgârın buruşturup atılan bir kâğıt gibi

parçalanmış bir kuş gibi alnıma konmadan önce

şehir tüylerini yolup beyaz karnını paylaşmadan,

sen, aşkına olmayan şehirler aramadan

ve kanatların küllerle ağırlaşmadan



şehrin dışına çık ve tanış benimle!


h.e

28 Mart 2010 Pazar

sandık



bir kutu dolusu anahtar. Régie

des Tabacs de l'Empire Ottomane,

paslanmış, kenarları delinmiş

o kutunun ağırlığını tartmak güç.

çekmecelerin, evrak dolaplarının

ve evlerin sahipleri geçekte yıkım

yerlerinde dolaşan birer hayalet.

ne çok taşındık! nasıl dolaştırdık

bunca umudu, terkedilişi, kaybetme

ve kaybolma duygusunu? içimize

kazınmış yolculuklar birer loş

düş ve hiçbir zaman hiçbiri

gerçekleşmemiş tasarılardı oysa:

bu anahtarları olmamış kilitlerde

sandık. sahi, sandık! kendisi

duruyor da onun, yıllardır giz'li

bir ölü gibi anahtarsız bekliyor.

insan asla açmamalı böyle bir

efsaneyi. herkesin hayatında

içindekileri unuttuğu, umduğu,

bambaşka kutularda aranacak

eşya, söz ve işaretler kalmalı.



e.b

rağmen


kayıp bir gün daha.
çocuklar büyüyor, yaşlanıyoruz
seni seviyorum.

soğuk bir çağrı daha.
tanıdık bir boşluk, dağılıyoruz
seni seviyorum.

gitti bir arkadaş daha.
zaman ölüyor, duruyoruz
seni seviyorum.

gizli-açık bir mutsuzluk daha.
çok konuşuyorlar, sıkılıyoruz
seni seviyorum.

s.b

güne not


27 Mart 2010 Cumartesi

alanis morissette - uninvited

memnuniyet



''benden zarar gelmez/ kovanındaki arıya/ yuvasındaki kuşa/ ben kendi halimce yaşarım/ şapkamın altında/ sebepsiz gülüşüm caddelerde/ memnuniyetimden/ ve bu çılgınlık delicesine/içimden geliyor/ dilsiz değilim susamam/ öyle ölüler gibi/ bu güzel dünya ortasında/


r.o

zamanla


düşününce uzaklarda olduğunu
öyle uzuyor ki zaman...
bugün ne?
hafta bitti bile.
bana sorarsan daha günler var.
ne acı
günlerle ölçülüyor ayrılıklar.

duyunca uzaklarda olduğunu
öyle duruyor ki zaman...
saat kaç?
gün bitti bile.
bana sorarsan daha saatler var.
ne tuhaf
saatlerle ölçülüyor ayrılıklar.

bilince uzaklarda olduğunu
öyle ağırlaşıyor ki zaman...
güneş doğdu mu?
sabah bitti bile.
bana sorarsan birkaç dakika var.
ne korkunç
dakikalarla ölçülüyor ayrılıklar

s.b

bir aşk şiiri "sana"

ne zaman gözlerine baksam
bir okyanusla yıkanıyor kalbim.
nereye gitsem hep sende kalıyorum
yıldızların gökyüzünde kaldığı gibi.

bir yağmur damlasına çizdim
o küçük gölün kıyısında bana verdiğin ilk öpücüğü...
şemsiyenin ucu yırtıyordu bulutları

hiç bitmeyecek birlikte baktığımız yer
saçlarımda uyuyan ay ışığı olacaksın hep
omuzbaşlarımda akan sıcak bir ırmak.

ve hiç silinmeyecek
şafak renkli dudaklarından dökülen
dünyanın en güzel aşk ilanı:
ellerimi yıkamıyorum
ellerinin kokusu çıkmasın diye
ö.m

26 Mart 2010 Cuma

güne not


ben bazen çok korkuyorum
çok korkuyorum, insanlardan da
masallara koşuyorum ve onların öcülerine

25 Mart 2010 Perşembe

hiç bir şeymiş gibi



aşk
uzun bacaklı
kadınları severmiş
kendine uzak rüzgârlar kadar yakın

-sevsin

ölümden değil!
ölmemekten korkan erkekleri bir de
bir gün aşk yüzünden

kar taneleri gibi
birbirine değmeyen hiç
dokunmadan
sevmesini beceren

-olsun

seni sevdim
seni bir dile
yeni sözcükler eklercesine sevdim
evrenin genişlemesi
kalbin daralması
küresel ısınması gibi dünyanın
hem kök hücresiymiş Tanrı'nın
hem hiçbir şeymiş gibi
seni her şeyle
ama her şeyle yan yana sevdim

aşk biraz zehirlenmektir
biraz
zehirlemek
biraz da
'Bir köpek bir köpeğin arkasından
ağlayarak koşturursa aşk olur'*
deyişindedir bir çocuğun

seni sevdim
seni arkandan ağlayarak koşturan
bir köpek gibi sevdim

yoktu
yoktu, bir tek
kemik bile vücudumda
aşka uygun olmayan...

n.s

şiir seni inandırsın



başlangıçta sen yoktun elbet
ben yoktum
elbet yoktu aşk

kimine kız oldun bugüne kadar
kimine oğul
kimine kral kimine padişah
kimine cumhuriyet oldun
kimine mahrumiyet

çamurda yetişip de
çamur gibi kokmayanım benim ah!
dünyada konuşulmayan bir dille sevenim beni

bir valizin içinde
gezer gibi yaşıyorum artık
iki parmak aralık bıraktım başucumu
yedi kutsal tepe, yedi kutsal nefes gibi
adını yazıyorum bir de
gözümün değdiği, elimin gördüğü her yanıma
nüfusuma geçirir, evlat edinircesine
sahipsiz bütün çocukları o sokaklarındaki
en şık en zarif haliyle Türkçe’nin
şiir seni inandırsın…

kötülük birdenbire gelirmiş meğer
felaketler birdenbire
bitermiş birdenbire aşk
yüz otuz ölün, kırk dokuz ağır yaralın oluveririm birdenbire

sana kalırsa
gereksiz telaşlar yumağınım ya ben senin
Avrupa’nın Afrika’yı nasıl yağmaladığını hatırla
nasıl dayandıklarını ya da
Gelibolu’ya kadar
sokaklarında nasıl dolaştıklarını
ve nasıl paylaşamadıklarını hâlâ Doğu’nun ortasını
nasıl parçalandığını bazı ülkelerin
birdenbire
hatırla! ..

Berlin Duvarı yıkıldı!
Yıkılsın!
ama sen gider gitmez
öldü ardından Attilâ İlhan’da
hatırla!


peki sence
sadece bir sözcük müdür özgürlük?
yan yana gelmesi gibi bazı harflerin,
vatansızlık nedir? Nedir aşksızlık?

sence ne anlama geliyor
“Devlet ve Tabiat”
“Çocuk ve Allah”
ensest ne yana düşer?
ne yana düşer bu vahşet
bu kanın kana tacizi…

bence
Osmanlı İmparatorluğu’nun
gerileme devri bile değiliz de
neyiz biz artık seninle?

deli duam, mahcup dileğim
hercaî meleğim
ey hayatında gördüğü son güzel şey
suyun ve ışığın

sözcükler ülkesi
şa(h) irim benim
hadi bana bir söz ver n’olur
yerinden edeyim
bütün dillerini dünyanın.


n.s

24 Mart 2010 Çarşamba

lokman hekimin sev dediği




bu yürek
seni seveceğini biliyordu herhalde
bu kafa seni kuracağını seziyordu hanidir
bire bin veren buğday
elmadaki mayhoşluk
hukuki beşer
çınçınlı hamam
çizmedeki kedi
sanki elleriyle koymuşlar gibi
ikimizden bir işmar
seni sevmemiş olsam , sözlerim yarı yarıya
gözlerim yarım
ellerim çolak hüseyin eli
seni sevmesem , nefes almayı beceremem ki
bugün günlerden ne ?
cumartesi
seni sevdiğim için , Cumartesi elbet
seni sevdiğim için , bak temmuz ayındayız
ayşe onbaşı , pir sultan abdal , büsbütün sevdalıyım sana
bu gemiler nereye gidiyor , seni sevdiğim için
seni sevdiğimden , suyun akası geliyor
bacaların tütesi
nurhayat’ın halleri , seni sevdiğim için güzel
ibrahim’in dilleri
insan seni sevince , tutsaklığa kızar tabi
savaşın adı geçse , cinifrit olur
ereğli’nin kömürünü düşünür , ne kömür o be
raman’ı düşünür , Çukurova’yı düşünür
seni sevdiği için , Haliç’te bir uğultu
marmara’da bir deniz
ısparta bahçesinde güller
seni sevdiği için goncalanıyor
seni sevdiğim için , kilim dokuyor Avşar’da
yarın sabahlar , seni sevdiğim için icat edildi
penisilin , halk şiiri , canlı sinema
mapushaneler , yedi düvel , harbi ispanyol nezlesi
sultan Hamid , don civani
ne bilsinler seni sevdiğimi
başaklanmayan yulafa söylemeli
cılk yumurtaya
paslı demire
kulağını bükmeli kurtlu kirazın
hoşnut değilllerse bu gidaşattan
akıl etsinler seni sevdiğimi ,
yeşille turuncunun kafa barıştırması , bu sevdadan ötürü
tepemizdeki o göçmez tavan
sulardaki yakamoz , ortancadaki pembe
ben seni sevdim diye
bingöl vilayetinde , kamyondan inince
tığ gibi bir delikanlıya soruyorum
siz nerenin bulutlarısınız böyle ?
biz sizin sevdanızın bulutlarıyız
bir yıldızlı akşamı varsa Ankara’nın
1953 kışları içinde
karnı tok , sırtı pekse hısım akrabanın
konu-komşu , dirlik düzenlik içindeyse
birbirimizi daha çok sevelim diye
insan seni sevince iş-güç sahibi oluyor
şair oluyor mesela
meyhaneden cayıyor bir akşamüzeri
caysın be güzel
caysın be iyi
tütünü bırakıyor , tütün neyime zarar
keseme zarar , ciğerime zara , sevdama zarar
seni sevince adamın papuçları eskimiyor
beti-benzi yeni çarktan çıkmış gibi
seni sevince insan bilgili saygılı gönlü gani şen
saçları zencefilli
erkencecik evine dönmek istiyor canı
hep seni düşün
hep seni yaşat
hep seni yıka
seni doyur üç öğün
seni bir kanım uyut , sonra uyandır
lokman hekim , seni sev diyor bana
seni sevmeseydim , ilkbaharı kodunsa bul gayrı
istanbul diye bir kent yoktu ki yeryüzünde
umut diye bir şey yoktu ki , seni sevmeseydim
hak , hukuk , bereket diye
eşitlik , kardeşlik , hürriyet diye
yüreğime sağlık ne iyi ettim..!

m.e

23 Mart 2010 Salı

ilkyaz



ah, kimselerin vakti yok
durup ince şeyleri anlamaya

kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar
evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya
yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı
bakıp kapatıyorlar
geceye giriyor türküler ve ince şeyler

"memelerinde biraz irin, biraz balık ve biraz gözyaşı
bir dev oluyorsun deniz deniz deniz
sisin dere ağızlarından sokulup akşamları
fındıklarımızı basıyor
neyleriz kararan tomurcukları
çocuklarımıza yalvarıyoruz: Aç durun biraz
tecimenlere yalvarıyoruz:
bir ´Hotel´ bir gizli evlenme az çiziniz
bir banka az çiziniz bir yalvarma
bizden size ve sizden dışardakilere

karılarımızı yolluyoruz tırnaklarını kesmeye ve demeye
-evet efendim-
çocuklarımızı yolluyoruz dilenmeye
bizler gidiyoruz yatağımız tanrıya emanet
yazların motorlu çingeneleri
ah, kimselerin vakti yok
durup ince şeyleri anlamaya

baba evleri, ilk kez girilen ırmağa dönüş
toprağa tutku, kendinden dolayı
kulaklarımızı tıkıyoruz: para para para
kulaklarımızı açıyoruz: kavga kavga kavga
sorar belki biri: kavga ama neden kavga
komşumuza sonsuz balta, karımıza yumruklar içinde
-bilmiyoruz neden kavga.

sonra kasabamızın cezaevinde
silgimizi göz önüne yerleştiriyoruz
günlerimizi iterek genişletiyoruz
yer açıyoruz karılarımızı düşünmeye
bizsiz geçen menevşeyi düşünmeye

durup ince şeyleri anlamaya
kimselerin vakti olmasa da
okulların kadın öğretmencikleri
tatil günlerini çoğaltsalar da
kutsal nemiz varsa onun adına
gözlerimiz için bağlar dokusalar da
birikimler ve çizgiler gitgide gitgide
açmaya ilk yaz çiçekleri

bir gün birileri de öte gecelerden
ıslık çalarlar yanıt veririz"


g.a

20 Mart 2010 Cumartesi

yerleşik yabancı

kiminin dikenleri vardır
katlanamaz üstüne.
hep dikine durur
delmemek için gövdesini.

kiminin yoktur bir tek kemiği,
doğrulamaz ayaklarının üstünde.
ona göre varsa yoksa kendisi,
dürülüdür ütülü bir mendil gibi

ben eğilmem gündüz ama
geceleri kanatırım kendimi

ben bir söz söylediğim zaman,
kendine küçük bir pıtrak edinir.
çok sürmez anlar başına geleceği,
çarşılarda pazarlarda ondan selam kesilir.

ben birini sevdiğim zaman
göğünü durmadan genişletir.
ama herkes rahattır kozasının içinde,
o sevgi artık kimsesizdir.

ölsem ayıptır, sussam tehlikeli
çok sevmeli öyleyse, çok söylemeli.


m.a

doğunun sevdaları II.

ay kanar, sevda akar, bir dağ
bir dağ kendini delerse

sesini yangına verse
o dağdır acıların külhanı
ve usul uçan şahin
kanadında bir çerağ
ve kalbim bir şehrayın
gibi kendinde yananı
alıp hasrete giderse

ay kanar, sevda akar, bir dağ
bir dağ kendini delerse

akşam ki pekmezle yanıp
korkunç bir ipek humması
ateşi kükreten, vahim
ve kolsuz ve tecrid hırkası
gibi kendini kuşanıp
ölüm, bir yaz kadar hain
alıp başını giderse

ay kanar, sevda akar, bir dağ
bir dağ kendini delerse
h.y

18 Mart 2010 Perşembe

ve bir haber yoldaki



bir gün
geleceğim ve bir haber getireceğim

damarlara ışık saçacağım
ve sesleneceğim içerden:
ey sepetleri uykuyla dolu olanlar!
elma getirdim, elma
...kızıl güneş.

geleceğim.
dilenciye bir yasemin vereceğim,
cüzzamlı güzel kadına da
yeni bir küpe...

köre diyeceğim ki: bak, nasıl da güzel bahçe!
çerçi olup dolaşacağım sokakları
ve sesleneceğim:
çiyci geldi, çiyci geldi, çiyci!
yoldan geçen diyecek:
sahiden de karanlıktır gece.

ve samanyolunu vereceğim ona.
köprüdeki kötürüm kızın
büyük ayıyı asacağım boynuna.

bütün küfürleri süpüreceğim dudaklardan.
bütün duvarları yıkacağım yere.
haramilere diyeceğim ki:
gülümseyiş yüklü bir kervan geldi!

bulutu parçalayacağım.
gözleri güneşe bağlayacağım
gönülleri aşka
gölgeleri suya
dalları rüzgara
sonra bütün bunları birbirine

ve çocuğun uykusunu da
cırcırböceklerinin mırıltılarına bağlayacağım.
uçurtmaları uçuracağım gökyüzünde,
saksılara su vereceğim.

geleceğim.

atların, sığırların önüne
okşayışın yeşil otunu serpeceğim.
susuz kısrağa çiy kovasını sunacağım.
yoldaki yaşlı eşeğin sineklerini kovacağım.

geleceğim.

ve her duvarın başına bir karanfil dikeceğim.
her pencerenin altında bir şiir okuyacağım.
her kargaya bir çam vereceğim.
yılana diyeceğim ki: kurbağa nasıl da fiyakalı ama!
barıştıracağım.
tanıştıracağım.
yol alacağım.
ışık içeceğim.
seveceğim.
s.s

16 Mart 2010 Salı

sebeb-i telif

başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız
yaprakla yağmurun aşkı meselâ
kim olsa serpilen coşturuyor bizi
imreniyoruz başkalarının mahvına.
yağmur mahvoluyor çarparak
kendini parçalıyor mâşukunun açılan kıvrımında
yaprak dirimle irkiliyor nazlı mağrur
silkiniyor vuran her damlayla.

başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız
bakıp başkasının başkayla kurduğu bağlantıya
aşka dair diyoruz ilk anı bu olmalı
ilkönce damarlarımızda duyuyoruz çağıltısını
uzak iklimlerin
kokusu gitmediğimiz şehirlerin önceden
bir baş dönmesiyle kabarıyor hafızamızda
sonra ayrılıklar düşüne dalıyoruz:
bize ait olan ne kadar uzakta!

başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız
başkalarının düşünceleriyle değil.
"üstümde yıldızlı gök" demişti könisberg'li
"içerimde ahlâk yasası".
yasa mı? kimin için? neyi berkitir yasa?
ister gözünü oğuştur, istersen tetiği çek
idam mangasındasın içinde yasa varsa.
girmem, girmedim mangalara
yer etmedi adalet duygusu
içimde benim
çünkü ben
ömrümce adle boyun eğdim.
yıldızlı gökten bana soracak olursanız
kösnüdüm ona karşı
onu hep altımda istedim.

başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız
ve devam ediyor başkalarının hınçlarıyla
düşmanı gösteriyorlar, ona saldırıyoruz
siz gidin artık
düşman dağıldı dedikleri bir anda
anlaşılıyor
baştan beri bütün yenik düşenlerle
aynı kışlaktaymışız
incecik yas dumanı herkese ulaşıyor
sevinç günlerine hürya doluştuğumuzda
tek başınayız.

diyorum hepimizin bir gizli adı olsa gerek
belki çocuk ve ihtiyar, belki kadın ve erkek
hepimiz, herbirimiz gizli bir isimle adaşız
yoksa şimdiye kadar hesapların tutması lâzımdı
hayatımıza kendi adımızla başlardık
bilmediğimiz bu isim, hesaptaki bu açık
belki dilimi çözer, aşkımı başlatırım
aşk yazılmamış olsa bile adımın üzerine
adımı aşkın üstüne kendim yazarım.

i.ö

15 Mart 2010 Pazartesi

gelmiş bulundum



ben mişim -neymiş- su sesiymiş
oymuş -cam kırıkları gibi gövdemi yakan-
yanağında sardunya kokusuyla yazdan
kimmiş o gelen ya giden kimmiş
bir yabancı mı, yoksa bir ermiş
değilmiş, bir çağrı bile yokmuş uzaktan.

güneş mi batarmış bir özel ismi bitirir gibi
yanmış bir ağacın yaprakları mıymış kımıldayan
ne kalmış bir önceden ya da bir sonradan
kim koparmış dalından bu yabani incirleri
ya kimmiş kıyıya çeken hayalet gemileri
ne yazılmış nereye bu garip kargaşadan.

yıldızlar, büyülü ülke adımı unutturan
bir kaya, bir ot, bir akarsu
hangi yaz şarkıcılarının ürpertili korosu
ki bütün ölüleri sığa çıkaran
ve kenti bir ölüm derinliğine salan
yani bir gül solarken bir gülün açma korkusu.

şiirler yazdım, kitaplar okudum
elimde bir bardak aldım, onu yeniden oydum
derinlerde kaldım böyle bir zaman
kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan
ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları
söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum.

e.c

14 Mart 2010 Pazar

massive attack - paradise circus

yüzünü aradım, geçtim


(yitirdiğin her şeyde kazandığın bir şey var; kazandığın her şeyde biraz yitirdiklerin. bu yüzden birileri hep ısınıp dururken dinmez üşümelerin...)

ben de benim olmayan şeylerle varım; benim olan zaten benimse, olmayan şeylerle... varsam, buradaysam belki de onlar için... yüzün için belki de, yüzün nerede?

birbirini tekrarlayan günlerin yaslı boğuntusunda nedir aradıkları insanların? bu koşuşturmada, bin telaşla! herkes birileriyle bir mutluluk düşü kuruyor; o düşle ıslanıyor, o düşle uyuyup uyanıyorlar; sonra düşleri de yakıyor günler. bu kez yeni bir düş daha kuruyorlar; sonra bir daha, bir daha! bütün düşleri yakıyor günler.

yaşam yanıltmanın, insanlar yanılmanın ustası oldukça yine yeni düşler deniyor ve deneniyorlar...

işte her düşün peşine bir şarkıyı takıyorlar. düş gidiyor, peşisıra şarkı da. bir de(n) paramparça oluşunu görüyorlar düşlerin. her düşle bir şarkıyı yakıyorlar... şarkılar yakıyorlar; şarkılar onları yakıyor sonra.

/İnsan,
insanın diyalektiğine tükürüyor; insanı yakıyorlar!/

bunları düşünüyorum ve akıp gidiyor günler siyah beyaz resimler hırçınlığında. sormuştun ya, işte her şey ortada, her şey! önce kuşları vurdular orada, paramparça parçaları bir yana; bir bir savruldu yangınların ortasına kanatları da! ben soluk soluğa dışarıdayım, seni buldum... seni buldum ya, bu kez seni vurdular orada, seni!

her şey sürdü yine, her şey! baktım daha durmuş da uzayın rengini demliyor asalak dünya; baktım ki dağlar ve güller yine akraba; daha bembeyaz uyuyordu kadınlar o esmer uykularda. oysa seni vurmuşlardı, seni, orada!

sonra gelip geçen her sabahla öyle susadım ki yüzüne yokluğunda... yüzünü özledim, yüzünü, anlasana!

anlasana” diye yazdım ve üç nokta koydum yanına, ama boşuna, boşuna; “boşuna!” diye yazdım ve kalkıp dışarı çıktım. saat 0.5’i birkaç dakika ve bir miktar saniye geçiyordu; ağaran günün teninden sağanak dökülüyordu.
yüzünü aradım...

yüzünü aradım: kalan kuşlar sen bu kentteymişsin gibi uçuyorlardı. insanlar kalabalık ve kabarıktı; silahları ellerine, tetikleri parmaklarına göre seçiyorlardı.

uçaklar pike yaparken bu kentin göklerinde, bak dedim, bakacak bir göğümüz bile kalmadı işte!

yüzünü aradım gökyüzünde...

yüzünü aradım: sabahın tenine birer birer dağılırken işçiler; yüzünü aradım rastgele atılırken kahve önlerine iskemleler. günler siyah beyaz resimler hırçınlığında ve ben burada bir eski çağ enkazında!

kızlar, boyanıp kuşanıp kız kıza dansederken düğünlerde, yüzünü aradım, kendi olan yüzünü düğünlerde... sonra gelinler korkularını atmışlardı eşiklere; yorgunluktu sonrası işte, yüzünü aradım gelinlerde...

yüzünü aradım, geçtim...

geçtim: şarkıları paramparça görmekten, bu satırları yazmaktan geçtim! oysa hep kalemimle değil, bir gün kanımla kıpkızıl yazmak istedikleri vardı benim de; onları henüz yazmamış olmaktan geçtim... çalışma masamdan kalkarak elimdeki fincanı duvara çarpıp paramparça etmekten geçtim!


geçtim: sabahla birlikte kaynayan çorba kazanlarının kokularından, yol boyu uykularını alamamış köpeklerin korkularından; siyah ışıklardan, çoğalan çocuklardan, azalan ağaçlardan, arabesk feryatlardan ve ucuz umutlardan...

“iyiyim, sağol, sen nasılsın”lı merhabalardan; ağır ağır yayılan çöp kokularından, farlarını kapamayı unutmuş taşıtlardan, feodal şatolardan ve yasalara yelkovanlık yapıp, kendinin saniyesi bile olamayanlardan!
hızla kirlenen bir dünyadan hızla geçtim...
geçtim: sensizliğin tahriş olmuş sızılarından, eksoz homurtularından, cami avlularından, düşleri iğdiş orospulardan, yasadışı iş yapan yasa memrularından... ellerini çaldırmış ellerime bakmaktan geçtim; sensizliğe inanmamaktan...

sis kaplamıştı kenti; dağılsa sanki bir ..k varmış gibi! sisleri yarıp geçtim... yoktun, kendimden geçtim; kızdım, dağıttım, sana küfürler ettim... bir bilsen sana ne güzel küfürler ettim; yoksa kederden geberecektim!

gökyüzü tümünü de ağır ağız izledi; gökyüzünün renginden geçtim...

sonra yeni kuşlar üşüştü gökyüzüne. bir sevindim, bir sevindim; gökyüzü yüzlerce kanattı işte! ama sen, sen orada bir serçe gibi üşüyor muydun yine?

üşüyordun ve bunu biliyordum; çünkü her şey ortada, her şey! bak, kimin temiz bir göğü varsa kirletip bırakmışlar avuçlarına... bu yüzden insanlar elleri ceplerde çıkıyorlar sabahlara. coşkular deprem, sevinçler sıtma...

söyle senin yüzün nerede, yüzün?
nerede başlar bir aşk ve biter, nerede? nerelere gömerim seni ben, nerelerde ölürsün oysa sen!

nerede, yüzün nerede?

sonra çıkıp bu kentin uğultusuna çarpıyorum; bu kent de uğultusunu bana çarpıyor, çarpışıyoruz, kimseler görmüyor...

bir sorudur: “kurtarıcılar işgâlci olabilir mi? ya da işgâlciler kurtarıcı?” sonra oturup yüreklerden damlayan terin hesabını tutuyorum... hesabını kimselerin bilmediği bahçelerin dudağında kanayan uzak güllerin. sevgiye bütün misillemelerin, gecelerin, seslerin, kederlerin... karacadağlı bir çocuğun kan çıbanının, şemdinlili bir ağıdın, kasrik’ten esen poyrazın, peru’da bir balıkçının ve botan’da yakılan köy evlerinin...

öyle acı ki her şey unutmak istiyorum! kendimi bir menekşenin rengine, bir gülüşe k(atıp) unutmak! unutma düşüncesini bile unutmak!
yitirmiştim o aşkın kimliğini, hükümsüzdü... hükümsüze hükümlü bir aşkı unutmak istiyorum... sonra asker çocukları, mapus çocukları, ayyaş babalara sitemsiz çocukları, yitirilmiş çocukları...

uçarı bir çocukluğu yitirmiş benim de yüzüm; yüzüm, zamansız ihtilallerde. ihtilalleri tutun çocuklar erken yaşlanmasınlar!
yarayı tutun, yarayı! güçleri öpüştürün, gökyüzünü dönüştürün; yoksa ölünür alnında günün! ölmeleri hani sessiz, hani genç, unutmak istiyorum!

eski yoldaşların gözbebeklerinde kaynayan bir düşün düşüşünü unutmak! unutmasam, ben de kalemimi kendim için kıracağım!

biz kapkara gecelerin göğünde küçük, ak noktalardık; bir düşünün, ne aklıklar gizler gece; ne aklıklar öyle susar gecede, ama öyle öyle çok gecedir ki gece, aklığımızı büsbütün örtecek kadar...

örtülüşünü
usulca
aklığımızın
unutmak istiyorum...

işte bundan, coşkuyu sevmiyorum artık öyle kabara köpüre nehirler gibi; siz orada kalabalık ve kabarık kalın, sağolun, yalnızlık iyi, yalnızlık iyi...

yalnızdım, üşüyordum ey özlem! beni bir gün belki bu özlem öldürecekti. ölecektim bir gün erken, belki kederden. yakın o gün! beni yakın! savrulup aksın küllerim dicle nehrinden...

akıp geçerken günler siyah beyaz resimler hırçınlığında, sormuştum ya, işte her şey ortada, her şey!

/ben ölürüm; dağlar ve güller yine akraba.../

artık gün doğunca bütün darağaçlarını kursunlar, kursunlar, kur-sun-laar! her şey bu kadar güzelken, böyle bir yanıyla sığ yaşanana, boğulana, savrulana, kirlenene dalkavukluk, çirkinliğe figüranlık etmekten bık-tıııııııım!

ya kuşlar?
sahi, ne demek ister kalan kuşlar?


y.o

12 Mart 2010 Cuma

anons



allah biliyor ya
benim şaşkınlığım sizinkine benzemez
hayrete düşürür beni umursamadığınız şeyler
mesela ırmağa binen balık
güneşi sırtında taşıyan dağ
ve peribacaları, avurtları çökmüş kayalar
ve sarışın semazenler, ayçiçekleri
hayrete düşürür beni.

merakım da sizinkine benzemez
şöyle seslenirim bazen:
yağmurkuşu bana bir şeyler söyle
deli ırmak ne fısıldar denize.

savaşım da benzemez savaşınıza
yalın kalem
dayanırım kelam kapılarına
ya simmurga ya morga, farketmez.

ve korkum, o da sizinkine benzemez
saflar sıklaştıkça korkarım
anlaşılmaktan korkarım, düşlerimden korkarım
üstelik kırmızı ışıkta cam silen çocukları
şoförlerden sakınmak zorundayım.

i.t

11 Mart 2010 Perşembe

sıcaklarda



bu sıcaklarda seni düşünüyorum
çıplaklığını
boynunu bileklerini
minderde ak bir kuş gibi yatan ayağını
senin söylediklerini.

bu sıcaklarda seni düşünüyorum
bilmiyorum aklımda en çok kalan ne
gözümün önüne gelen
boynun mu bileklerin mi
çıplak ayağın mı
bana benim olurken söylediklerin mi?

bu sarı sıcaklarda seni düşünüyorum
bu sarı sıcaklarda bir otel odasında seni düşünüp
yalnızlığımı soyunuyorum
biraz da ölüme benzeyen yalnızlığımı.


n.h.r

ben senden önce ölmek isterim


ben
senden önce ölmek isterim.
gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
ben zannetmiyorum bunu.
iyisi mi,beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
içinde bir kavanozun.
kavanoz camdan olsun,
şeffaf, beyaz camdan olsun
ki içinde beni görebilesin
fedakarlığımı anlıyorsun
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için.
ve toz oluyorum
yaşıyorum yanında senin.
sonra, sen de ölünce
kavanozuma gelirsin.
ve orada beraber yaşarız
külümün içinde külün
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar...
ama biz
o zamana kadar
o kadar
karışacağız
ki birbirimize,
atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz
yan yana düşecek.
toprağa beraber dalacağız.
ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak
iki çiçek açacak :
biri sen
biri de ben.
ben
daha ölümü düşünmüyorum.
ben daha bir çocuk doğuracağım
hayat taşıyor içimden.
kaynıyor kanım.
yaşayacağım, ama ,çok, pek çok,
ama sen de beraber.
ama ölüm de korkutmuyor beni.
yalnız pek sevimsiz buluyorum
bizim cenaze şeklini.
ben ölünceye kadar da
bu düzelir herhalde.
hapisten çıkmak ihtimalin var mı bugünlerde?
içimden bir şey :
belki diyor.


n.h.r

henüz vakit varken gülüm



henüz vakit varken, gülüm
paris yanıp yıkılmadan,
henüz vakit varken, gülüm,
yüreğim dalındayken henüz,
ben bir gece, şu Mayıs gecelerinden biri
volter rıhtımında dayayıp seni duvara
öpmeliyim ağzından
sonra dönüp yüzümüzü Notrdam'a
çiçeğini seyretmeliyiz onun,
birden bana sarılmalısın, gülüm,
korkudan, hayretten, sevinçten
ve de sessiz sessiz ağlamalısın,
yıldızlar da çiselemeli,
incecikten bir yağmurla karışarak.
henüz vakit varken, gülüm,
paris yanıp yıkılmadan,
henüz vakit varken, gülüm,
yüreğim dalındayken henüz,
şu Mayıs gecesi rıhtımdan geçmeliyiz
söğütlerin altından, gülüm,
ıslak salkım söğütlerin.
paris'in en güzel bir çift sözünü söylemeliyim sana,
en güzel, en yalansız,
sonra da ıslıkla bir şey çalarak
gebermeliyim bahtiyarlıktan
ve insanlara inanmalıyız.
yukarda taştan evler,
girintisiz, çıkıntısız,
birbirine bitişik
ve duvarları ayışığından
ve dimdik pencereleri ayakta uyukluyor
ve karşı yakada Luvur
aydınlanmış ışıklarla
aydınlanmış bizim için
billur sarayımız...

henüz vakit varken, gülüm,
paris yanıp yıkılmadan,
henüz vakit varken, gülüm,
yüreğim dalındayken henüz,
şu Mayıs gecesi rıhtımda, depolarda
kırmızı varillere oturmalıyız.
karşıda karanlığa giren kanal.
Bir şat geçiyor,
selamlıyalım gülüm,
geçen sarı kamaralı şatı selamlıyalım.
belçika'ya mı yolu, Hollanda'ya mı?
kamaranın kapısında ak önlüklü bir kadın
tatlı tatlı gülümsüyor.

henüz vakit varken, gülüm,
paris yanıp yıkılmadan,
henüz vakit varken, gülüm...
parisliler, parisliler,
paris yanıp yıkılmasın...


n.h.r

giderayak


giderayak işlerim var bitirilecek,
giderayak.
ceylanı kurtardım avcının elinden
ama daha baygın yatar ayılamadı.
kopardım portakalı dalından
ama kabuğu soyulamadı.
oldum yıldızlarla haşır neşir
ama sayısı bir tamam sayılamadı.
kuyudan çektim suyu
ama bardaklara konulamadı.
güller dizildi tepsiye
ama taştan fincan oyulamadı.
sevdalara doyulamadı.
giderayak işlerim var bitirilecek,
giderayak

n.h.r

10 Mart 2010 Çarşamba

çocukluğun soğuk geceleri



öl... devamını görürüm düşüncesi izliyor beni. gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. bunun belli bir nedeni yok.yaşansa da olur, yaşanmasa da. bir kaygı yalnız. beni, kendimi öldürmeye iten bir kaygı. karanlık bir gecenin geç vaktinde kalkıyorum. herkes her geceki uykusunu uyuyor. ev soğuk. çok sessiz davranmaya özen gösteriyorum.günlerdir biriktirdiğim ilaçları avuç avuç yutuyorum. kusmamak için üstüne reçelli ekmek yiyiyorum.genç bir kızım. ölü gövdemin güzel görünmesi için gün boyu hazırlık yapıyorum. sanki güzel bir ölü gövdeyle öç almak istediğim insanlar var. karşı çıkmak istediğim evler,koltuklar,halılar,müzikler,öğretmenler var. karşı çıkmak istediğim kurallar var. bir haykırış! küçük dünyanız sizin olsun. bir haykırış! sessizce yatağa dönüyorum. ölümü ve yokluğu üzerine uzun süre düşünmeye zaman kalmıyor. şimdi gözümün önündeki görüntüler renkli kırları andırıyor. korkacak birşey yok. kırlarda koşuyorum. sanki bir deniz kentinde yaşamıyorum. hep kırlar. esintiyle birlikte eğilen otlar arasında bir başımayım.
birazdan ölüm gelip beni alacak."...
t.ö

9 Mart 2010 Salı

temptation

onun çölünde



onun çölüne gittim.
konuğum,
duvardaki kan pıhtısında.
onun bulduğu damar beni çağırdı.
ve ruhum eski bir kanla yıkandı.

onun çölüne düştüm, oturdum çadırında.
eski bir kavmin buluşması ve töreni.
bir yaban kuş gibi tüneyip kıyıya
dedi ki bana “ölümsün sen”
mutlak
mutlak olan.

onun çölünde gece kımıldar.
yılan ve akrep karanlığıyla.
hayat bir zehre gizlenir
çoğalır sabırla.

o bıraktı beni.
çöldeki kızıl sularda
balıklara bakacak
nefesimi tutarak
uyuyacağım.

onun çölünde her gece
fısıldadım kumlara.
sordum nasıl yaptıklarını çölü,
boğmadan koyun koyuna.

onun çölünde ölüyüm ben.
gelin ve kaldırın beni.
gittiği yolda bulutlara değen bir gölge bırakılmış sanki.

bir sesle uyandıracak beni
kahra kan olan bir aldanışla yakaracak

tanrıya söylendim.
nasıl da zalim gövdede varlığı onun.
güzellik acıya kavuştuğunda yorulur ve
hep yaşlı kalacak bir gözün ışığıyla bakar;
her yüz bir işarettir tanrıdan.
bunu yaşlı bir adam söylediğinde
gözleri yoktu.
annem öyle inanmış olmalı ki ona,
yüzümü kederli çizdi.
ve uzayıp tanrıya
“işte” dedi
“benim annem yeniden doğdu
annem varlığıma döndü”

gece paslı bir kafesle durdu önümde
dua için zaman istedim tanrıdan.
onun varlığına adanacak hiçlik
düş için,
o büyüde kalbime saplanan acıyla
bağırdım;
başka adamlar, başka dillerde dua etsinler. Bizim için.
ölümü tanıdığımız ve sessiz olduğumuz için
kutsasınlar.

ölü bir yaprağın sürüklenişi gibi rüzgârda
gövdem yitirdi yerini.
ağır bir uykuyla gizlendi tohuma varlık.
ağır bir istekle.
kızıl kan pıhtısı. Tül sabah. Ört üstümü.
koyu gücünü yüzünün nasıl çizdiyse tanrı
ve ne gizlediyse kıvrımına gülüşünün.
gördüm ben.

tüllere sarılmış çölde ölümümü bekliyorum. Sakinim.
yok bir gece bu.
sabah uyanacak aşkı konuşacağız.
ne çok sürdü diyecek bana.
ne uzun sürdü hayat.

o uzun günün sabahında
sesini duydum gün ve gecenin çakışmasının.
bir tül işleniyormuş gibi aralarında
kavuştular usulca.

uyu ağır uykunu
taşların altında ve su isteğinle kal.
geniş bir avluda gece kapanan kapıların ağırlığı.
sürecek olan dilsizlik.
rüzgâr tırmalıyor kapını
aşk uzakta.

ne tuhaf inanmaman.
sırtıma dokundun ve orada ayla ışıyan çizgilerin
bir acıdan artan masumiyet olduğuna şaşırdın.
gideceğini söyledin
inanmadım sana.
oysa ben daha doğmadan biliyordum.
acılı bir ruhta oyalanan bir gövde bu.
saf ve çocukça bir düşün yatağında.

kan ve susuşla dinlenen ten kabullenir.
beyaz tül yatağında başucuma
camdan bir göz bırakıp gittin.

ona fısıldanan sözlerin
aşk olan varlığı
o gidince karardı.
yüzeyinde göğün
beyaz ve kıpırtısızım.

acıdan bir okla çıktım
bekleyiş yatağından.
içimde siyah bir taş.
atları gördüm.
kapı önlerinde oturan insanı, sözü.
çok yaşanmış bir çığlıkla hayat.

bir sırrın bana verilmediği yerden
sordum ona
bana ne söyleyeceksin?
çölün söylemediği ne?

ruhumu orada tutan ağırlıkla
geceye ilendi tenim.
ve çağırmadı çölü varlığım
ondan sonra.

aynaya dönüyorum
değişmiş gözlerim.
çölde kumlara bakan kadın
kedere bakan
artık benim.

gördüm çizgilerini avuçlarının
çöl her şeyi söyledi bana.

anladım nerede bitti aşk
kan pıhtılı odanda uyanan gövdem
neden sığmadı varlığa.

seni yaprakların gölgeli yalnızlığına bırakıyorum.
gün doğumunda uyanan nefese ve sana dönen gözlerin
yakaran çizgisine.
çölden aldığını çöle ver
hayattan aldığını hayata.
artık beklemiyorum
kal orada.
geride, tepelerin art arda dizilmekle
var ettikleri dünya bir hiçlik ahtı gibi.
bir hiç ve gölge.
gece ay
gece tül ve yokluk.
yok gece.

çölden aldığını çöle ver
hayattan aldığını hayata.

b.m

8 Mart 2010 Pazartesi

allahın duvarında bir harftir kadın

I

allahın duvarında bir harftir kadın
siyah kuğuya benzer
beklemeyi öğrenmiş


II

ölüm
zamana
bekleme git dediği gün
bildim.
gün vurmadı yüzüne çinilerin
çinilere yatırdım oğlumu
boğdum.

karnımda büyüdüğü gün bildim
siyah bir kuğu gibi,
allahın harflerinden süzülüp
avluya giren kadın
su sesinde kendini diledi.


III

gölgesinde şadırvanın
günlerce bekledi.
insan olmak istiyordu
kanatlarından kurtulmak.
şadırvanda aktıkça su
kanatları inceldi.

ve kaldırınca kanadını
içinde bir yılan gördü.
değişmiş kabuğu
zarı incelmiş.
boynunu uzatıp derine baksa
çürümüş bir oğul görecekti

bakmadı hiç.

IV

avludaki dilenci
allahın harflerini bilmeyenler
günaha girecek diyordu şarkısında
sela sesiyle su
karıştı kadında


V

ölüm zamana bekleme git derken
bekledim avluda.
allahın harflerini bilmiyordum
zaman bendim
günah da.
b.m
klişelere, günlere selam olsun.
dünya kadınlar günüymüş ya, hepimize hayırlı olsun, onikiden sonra unutulmamayı, unutmamayı başaranlardan olalım, onikiden sonra bir sonraki yılı bekleyenlerden olmayalım, onikiden sonra biri sırtında bebesiyle soğukta donanı, recm olanı, abisi tarafından namus uğruna vurulanı, gece gündüz çalışanı, dayak yiyeni, satılanı, horlananı, bu dünya da anne olanı unutmayalım.
hepimizi doğuran, içimize can olan bir ana değil mi?
bu kadınları tanımayanlar da bir anneden değil mi?
...

5 Mart 2010 Cuma

ben sana mecburum



ben sana mecburum bilemezsin
adını mıh gibi aklımda tutuyorum
büyüdükçe büyüyor gözlerin
ben sana mecburum bilemezsin
içimi seninle ısıtıyorum.

ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
bu şehir o eski İstanbul mudur
karanlıkta bulutlar parçalanıyor
sokak lambaları birden yanıyor
kaldırımlarda yağmur kokusu
ben sana mecburum sen yoksun.

sevmek kimi zaman rezilce korkuludur
insan bir akşam üstü ansızın yorulur
tutsak ustura ağzında yaşamaktan
kimi zaman ellerini kırar tutkusu
bir kaç hayat çıkarır yaşamasından
hangi kapıyı çalsa kimi zaman
arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu

fatih'te yoksul bir gramofon çalıyor
eski zamanlardan bir cuma çalıyor
durup köşe başında deliksiz dinlesem
sana kullanılmamış bir gök getirsem
haftalar ellerimde ufalanıyor
ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
ben sana mecburum sen yoksun.

belki haziran da mavi benekli çocuksun
ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor
bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden
belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun
bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor
belki körsün kırılmışsın telaş içindesin
kötü rüzgar saçlarını götürüyor

ne vakit bir yaşamak düşünsem
bu kurtlar sofrasında belki zor
ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
ne vakit bir yaşamak düşünsem
sus deyip adınla başlıyorum
içim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
hayır başka türlü olmayacak
ben sana mecburum bilemezsin.


a.i

3 Mart 2010 Çarşamba

2. mektup: " beni çok sev! beni çok sev! "



ruth, ruth,

on yedi gündür yoksun. mektubun yok, sesin yok.

seni sormak... kime? kime sorulursun ruth?

biliyorsun kadınlarla erkekler arasında yaşanan

mutsuzluğa da yabancıyım, mutluluğa da... çünkü

bu paylaşmayı önceden de yaşadım ve çıkarken,

insanları mutsuz kılan şeyin, ' paylaşmamak '

değil hayır, bu kadar çok şeyi ' paylaşmak'

olduğunu iyice öğrendim. ve bende yaşayan

ütopyalara bir yenisini daha ekledim:

- bir kızım olsa!


oldun işte, sevgilim, kızım.

yazdıklarımı buraya kadar okuma sabrını bir incelik

olarak gösterdiğini biliyorum, belki de şöyle geçiyor

içinden: " taşkın bir yalnızlık gördüm bu duygularda..."

bilmiyorum. bildiğimse, kimsenin kimseyi anlamamak

için anlaşmış olduğu bir dünyada yaşadığımız...

hayatın ne olup olmadığı beni artık fazlaca

ilgilendirmiyor, hayat ne olursa olsun ben kaybolmayı

istiyorum. hayatı çok sevmesem de hadi bir daha

söyleyeyim: hayatımızı çok seviyorum!

utanmayı da çok seviyorum.

hangimiz sonuna kadar 'içten' olabildik ki?

sana bu sınırı birlikte zorladığımız için tapıyorum.
küçüğüm, güvercinim, ruth,
lütfen dön artık! sen yoksun ve sesim
durmadan eskiyor. ağzımda yarım bir şarkıyla
bu kabarede ölmeme izin verme!
beni çok sev! beni çok sev!


h.e

geceye not...


gecenin gördüğü;

şiirden bir pervanedir şemin çevresinde.
h.e

2 Mart 2010 Salı

1.mektup "sen büyüye dokunmak gibisin"




ruth, sevgilim,


ben bu sayfanın adını "önsöz" koyuyorum ya,


kaygılandığını da görür gibiyim. kaygılanma sakın,


tek derdim bu rastlantıya ve sana teşekkür etmek!


ben, sana hep teşekkür etmeliyim.




ben şimdi, biraz o tutkunun verdiği acemilikle acemi


ama içten ve elyazısına sığmayacak bir yoğunluktayım.


- elyazım iyi ki kötü, güzel olsa sığınacak mazeret kalmazdı!-


sen çok güzeldin, özlemiştim, çok


seviniyordum içimde yayılan özlemine.


ben, dokunmayı seviyordum ya, şimdi


sen, büyüye dokunmak gibisin bende...


elbette hep, elbette her zaman!




bir tek şeyden çok korkarım: seni göz açıp


kapayıncaya dek görüp, ansızın yitirmekten...




seni bana çok özlet


ama sakın unutturma!


h.e