30 Nisan 2011 Cumartesi

ne kalıyor geriye, yüzyıllardan?*




(tıklayınca açılır fizy'nin kapısı)

* behçet necatigil, panik



tavan arasına kaçan çocuk

erik ağacından görünen göğü düşünür

akşamın acısı içine çökünce

uyur



benim küçük bir kedim vardı

ahmak bir ayak ezdi

benim en güzel çocukluğumu

ahmak bir ayak ezdi



ağaçların arasında unutulan çocuk

yapraklarda güneşi görür

ve hareli denizlerde gezdiği günü düşünür



küçük kedim bana sürün

kediler ağlamaz

çöp tenekelerinde ölür

sıska kediler

damlardan çok mezberelerde görünür



küçük kedim

molozlu sokakların ağır uykusundan gerin

bilirim ki sen

bu çöplükten değilsin

benim gibi garipsin

ikimizin de unuttuğumuz

kuşları bol

ağaçları bol bahçelerdensin

koca duvarlı sokaklarda sıkılmışsın

ve canından bıkmışsın

a.h.ç


dönme dolap


nerden niçin mi geldim

bilmeden bir şey diyemem, ya siz?

hem hiç önemli değil

geldim, yer açtılar, oturdum

girip çıkanlar vardı

zaten ben geldiğimde.


başka şeyler de vardı, ekmek gibi, su gibi

gülüşler öpüşler ne bileyim hepsi.

doğrusu anlamadım bir düğün-dernek mi

sonra da kimileri düşünceli, durgundu

gidenler neye gitti doğrusu anlamadım

zaten ben geldiğimde.


bir luna-park mı bir konser bir gösteri

bilmem pek anlamadım önüm kalabalıktı

sıkıştığım yerde vakit çabuk geçti
bak dediler baktım pek bir şey göremedim

hem her yer karanlıktı

zaten ben geldiğimde.


benim tek düşüncem büzüldüğüm köşede

nasıl kalkıp gideceğim kalk git dediklerinde

çünkü çıkmak sıkışık sıralardan mesele

kalkacaklar yol vermeye bakacaklar ardımdan

az mı söylendilerdi şuracığa ilişirken

zaten ben geldiğimde.


b.n

durursa anlaşılır saaatin kaç olduğu



I.
durursa anlaşılır saatin kaç olduğu  

ürkek yürek bütün geçmişi kabulleniyor

ve kazmaların ve garların hiç uyumadığını

hiç uyumadığını alkolün

çiçeklerin ve tuzun

gemilerin ve çin'de ve büyük britanya'da ve

bilmem bu gerinmeler, bu büyük yürek çarpıntısı

bu sakallı adamlar dağlardaki

birden farkına vardığımız güzelliği dünyanın

güzelim

galiba sonundayız uykumuzun.

II.
benim vaktim bir terliğin vaktidir

onursuz. ayakta. ve kullanılan

ve fatih yangınında, ev yanarken

konsolun altından kaçırmış babam


ziller çalınır, ormanlar uğuldar, pencerelerde

kesik saçlı çocuklar bakışırlar ve

ateşle, anıyla, kedilerle. karmaşık ve

suyla geliştirmişti onu babam

ben bir zincirkıranım. eylemsiz

kışlara ve suikastlere yatkın yaradılışım

aşklara ve düzene ve dükkansızlığa ve

bir terzi kadar hırçınım bazan.

III.
içinde sizin de olduğunuz gece

sonsuz bir kaynaktır, çizgiye

köprüleri ayakta tutan güç ve

dükkanları işleten, gizlice

babaları onurlu kılan ve gizlice

ve anaları mutlu kılan gizlice

kompresörleri ve yolları uygulayan biribirine

adamları çıkaran koskoca iskelelere

nüfus sayımlarına, ateşböceklerine

suya ve ateşe doğru o gem almaz düşünce

ey o büyük düşünce!..

size bağlı değildir...

IV.
ben oturmaya geldiğimi sanırdım. hoş geldim.

ve istanbul dolaylarında, bir takım odalarda

güllerin ve ayazmaların ve savaşların

birbirine karıştığı. ceviz ağaçlarında

ve sanırdım saçların kendiliğinden

köpüren biralar gibi ağardığı

akşamüstleri

bulvar kahvelerinde.

geceyi kimlerin böldüğünü

uzun saçlı aldanışların böldüğünü

ve büyülü bayramların böldüğünü

çoğu zaman çiçeklerle ve

çoğu zaman gülücüklerle kutlanan


ve ben patlak gözlü mübaşirlerin

mutsuzluğunu sanırdım evlerinde

ve bazılarının sırf bu yüzden öldüğünü

ve kendi askerlerimiz

sınırlarda ve oralardayken

kaputları ve postalları kendiliğinden

sekiz düğmeli ve sırım bağlı sanırdım

ve çocuklar hiç umulmazken

hiç hiç umulmazken

yapılan bir şeydi gündüzümüz ve

gecemiz isteğimizce kullanılmazken

ve biz bir şeye katılırken.

yüzüm küçük, ufak, öyle sanırdım

dağlara sürerken yeşilliği ilkyaz

çocukların sakalları çıkmaya başlarken

bando mızıkalar çalınırken

her şeyin yapılmasına katılırdım

biraz hüzünlü, biraz şaşkın, biraz şen

her şeyin yapılmasına katıldığımı sanırdım.

sonra gece. sonra yanlışlığım. sonra alerji

yani kurdeşen.

t.u

29 Nisan 2011 Cuma

ve bunları elbette çabucak geçelim sevgilim




sevgililer yüzüne karşılık geldim
kaygı bağırdı gözevlerimde

günlerin yamanan yıldızlar
ve üzülen gökkuşaklarıyla
doluluğundan söz ediliyor
evlerde çocuklar arşınlanıyor
ve alkışlanıyor babalar
ki tütün başında
ekmek başında kabir başında



günler yenilenen bir isim
merdivenleri büyük ağzıyla çıkan meral
haftada üçer gün üçer hafta
ince uzun veya kahverengi
ve gelinlik sabah çatışmasında
yoğunlaşan yorgun artık ben
köprü ortasından yarılmış bu ara
organın ve güneşin salgınlığı
toprağa gelir gibi oldu an
başlar ikinci artık

beygirler uzağa kayıyorlar

bu arada gelinmeler
arkadaş yapıtlarına yar koyma
yöremdeki çimler

bu arada evimin içinde odaların birbirine düşman durduğu
ve hastalandıkları
çalışan yüreklere uzak
bekardan korkan ev sahiplerinin
kapılarda kızlık heykelleri
bu arada insanın yemeğe oturma çelişmesi


yemekten kalkma çelişmesi
erkek oluşunuza binaen
bu arada özel sıkıntılarımızın
kılıç kuşanmış hali
durmadan kanlanıp hatırladığımız
bunalan kadınlar
ben alda’yı bunalıyor görüyorum rüyamda
kırbaç gibi insanı saran etrafımızda
kelebek kanatları gözler
akılda kalan ağızlar
hatlar
seviyi yoran alkışlar
bir şehri paramparça edip
ortasından yarıp uykuları
evlerin sahanlıklarına
misafir odalarına
lavabonun altındaki dolaba
çocukların hücumluk yataklarına
iri erkeklerin şakaklarına
kadınların çırpınan dudaklarına
ve kızların sancaklarına sığınan
ve benim damarlarımda itişen uykulara



bir şehrin ortasından tren geçiyor
o şehirde büyük rüzgâr vardır
bir oyuncakçı vitrininin önünde
insanların durdukları ve duruşlarını
değiştirmedikleri trenle birlikte
şehrin ortasından oyuncak trenlerin
cezalandırmış şekilleri



kendisini buyruk
vitrine yapışık insanların kafalarındaki
içlerinden geçerken dönüp bakmadıkları
durdurup parçalamadıkları
önüne yüzer ellişer
yatıp apartman kadar
ağır tekerlerini üzerlerinden geçerken
öpüp ağızlarını ezdirmedikleri


noktanın sonuna kadar
bir sinir bir can yanmasıyla
bir parçamı
bir demir mengeneye
koyup sıkmak istiyorum mu nedir
dilimi


bir acı mı ne gerek
öyle uykum var ki
öyle istiyorum ki


o içinden marşandizler
şimşek gibi fırlayan
şehirde hemen
hat boyunda ilk tahta evde
derin yatakta
her an çığlıklarıyla
uyuyayım kıyametler
bir ejder geçsin
öyle tanıdığım
öyle canımın içinde


durup gelmeyince
morfin gibi arıyorum direnmeni
iğne üzerinde yüzün gelip
kuşatmıştı beni
ama düşündükçe korkmak
yüzünle geldiğini

ve bunları elbette çabucak geçelim sevgilim

c.z

20 Nisan 2011 Çarşamba

sanki tek iççekişle tüm dünyayı dolduran hüzünlü nefessin

the host of seraphim

(tıklayınca açılır fizy'nin kapısı)
işte hayatımın gizli temeli: aralarında ilişki yok gibi görülen bütün çabalarımın altında aynı isteği buluyorum: varoluşu içimden atmak, anları yağlarından sıyırmak, bükmek , kurutmak, kendimi temizlemek, katılaştırmak, sonunda bir saksafon notasının kesin ve belirli sesini verebilmek. bunu şöylede anlatabiliriz: yanlış dünyaya gelmiş bir zavallı vardı. öteki insanlar gibi, parkların, kahvelerin, ticaret kentlerinin dünyasında varolup gidiyor ve tabloların ardında, kitapların ardında bambaşka dünyalarda yaşadığına kendini inandırmak istiyordu.




the host of seraphim

(tıklayınca açılır fizy'nin kapısı)

bir değişiklik olsa, doğa birdenbire kıvranmaya başlasa, ne olur? dalgakıranları, savunma duvarları, elektrik santralleri, izabe fırınları, şahmerdanları o zaman ne işlerine yarayacak? değişiklik olsun biraz, görelim, daha fazlasını istemiyorum. birden yalnızlığa gömülmüş kimseler, yapayalnız, korkunç yalnızlıkları içinde insanlar sokaklarda koşuşacak.gözleri bir yere dikili, dertlerinden hem kaçıp hem onu içlerinde taşıyarak, ağızları açık, kanatlarını çırpan dil böcekleriyle önümden yorgun argın geçecekler. o zaman katıla katıla güleceğim; gövdem, düğün çiçekleri ve kasımpatıları gibi açılan ne idüğü belirsiz pis kabuklarla kaplı olsa bile güleceğim. sırtımı bir duvara dayayıp önümden geçtikleri sırada, “biliminiz nerede? hümanizmanıza ne oldu? düşünen kamış onurunuzdan ne haber?” diye haykıracağım. korkmayacağım, hiç olmazsa şu anda korktuğumdan fazla korkmayacağım. benim asıl korkum varoluştan.

s.

o gün bugün, şehri dünyanın üstüne kapatıp bıraktım...



west indies, kızıl elma, itaki, maçin!

uzun yola çıkmaya hüküm giydim.

beyazların yöresinde nasibim kalmadı

yerlilerin topraklarına karşı suç işledim

zorbaların arasında tehlikeli bir nifak

uyrukların içinde uygunsuz biriyim

vahşetim

beni baygın meyvaların lezzetinden kopardı

kendime dünyada bir

acı kök tadı seçtim

yakın yerde soluklanacak gölge bana yok

uzun yola çıkmaya hüküm giydim.



uzak nedir?

kendinin bile ücrasında yasayan benim için

gidecek yer ne kadar uzak olabilir?

başım açık, saçlarımı ikiye

ortadan ayırdım

kimin ülkesinden geçsem

şakaklarımda dövmeler beni ele verecek

cesur ve onurlu diyecekler

halbukı suskun ve kederliyim

korsanlardan kaptığım gürlek nara

işime yaramıyor

rençberlerin o rahat

ve oturmus lehçesinden tiksinirim

boynumda

bana yargi yükleyenlerin

utançlarından yapılma mücevherler

sırtımda sağır kantarı gizli bilgilerin

mataramdaki suya tuz ekledim, azığım yok

uzun yola çıkmaya hüküm giydim.



bir hayatı, ısmarlama bir hayatı bırakıyorum

görenler üstünde iyi duruyor derdi her bakışta

askerken kantinden satın aldığım cep aynası

bazı geceler çıkarken

uçarı bir gülümseyişle takındığım musta

gibi lükslerim de burda kalacak

siparişi yargıcılar tarafından verilmis

bu hayattan ne koku, ne yankı, ne de boya

taşımamı yasaklayan belgeyi imzaladım

burada bitti artık işim, ocağım yok

uzun yola çıkmaya hüküm giydim.

i.ö

19 Nisan 2011 Salı

bu mektubu senin kalbine yolluyorum,el yazısıyla değil külyazısıyla...




bazen hiçbir şey çıkmaz zarftan
hiçbir cümle doldurmaz mektubu
ne günışığı sızar ne akşama ermenin saadeti
kapalı bir yara gibi gezer öyle mektuplar
kim açsa, kim dokunsa eli yanar
bazen sözler boşa gider mektuplar boşa
bazen bir cümleden mektup yanar


bir zarf açılınca

içi açılıyorsa kelimelerin

mektup odur



bir zarf kapanınca

dışarıda kalıyorsa bazı kelimeler

mektup odur



bir zarf daha uzağa

gitmeye hazırlanıyorsa

geride kalan mektuptur

kimseye göndermeyin onu

biraz önce yazdığınız mektubu

size gelmiş gibi okuyun:



mektup yerini bulmuştur.

h.e

18 Nisan 2011 Pazartesi

güne not...



(tıklayınca açılır youtube'nin kapısı)

istiklal kitabevi de kapandı...

17 Nisan 2011 Pazar

bir ucu bir kuyuda kaybolan rüzgârlı bir şosede





(tıkyayınca açılır fizy'nin kapısı)

bir ucu bir kuyuda kaybolan rüzgârlı bir şosede

bana doğru yaklaşıyor kavuşma saatimiz yalnayak



yüzü saçlarıyla örtülü kavuşma saatimizin

bir de ağır yürüyor ki deli olmak işten değil

bana doğru yaklaşıyor kavuşma saatimiz yalnayak



ben de telefon direğine bağlıyım kollarımdan

yüreğim de yorgun mu yorgun, duracak nerdeyse

bir de alnıma bir su damlıyor aynı yere artsız arasız

bana doğru yaklaşıyor kavuşma saatimiz yalnayak



ben de seni düşünüyorum da seni düşünüyorum

ben de seni düşündükçe o da ağırlaştırıyor yürüyüşünü

bu böyle giderse yıkılabilirim direğin dibine

o yanıma varmadan...

n.h.r

en sonra bir bulutun, konuşmasını geçirdim deftere...


bırak planlanmış her şey gerçekleşsin. bırak inansınlar ve bırak tutkularına gülsünler. çünkü onların tutku dedikleri aslında hissi bir enerji değil. sadece ruhları ve dış dünya arasındaki sürtünme. ve en önemlisi bırak kendilerine inansınlar. bırak çocuklar gibi çaresiz olsunlar. çünkü zayıflık büyük şey ve güç hiçbir şey. bir adam doğduğunda zayıf ve esnektir. ne zaman ölür, güçlü ve duyarsızdır. ağaç büyüyorken sevecen ve esnektir ama kuru ve sert olduğunda ölür. sertlik ve güç ölümün yol arkadaşlarıdır.

şimdi





o, hep bildiğin, tanıdığın; ama hiç karşılaşmadığın -- karşılaşmayacağını sandığındır: şimdi bütün 'bilgi' yörüngen değişecek; artık bambaşka yataklardan akacak, 'düşünce' ırmağın.
oysa, hep ona göre ayarlamıştın kendini-- ama, başka gezegenlerle, başka nehirlerle...
yepyeni birgelecek haritası çizeceksin şimdi: bugüne dek yaşadıklarının ötesine geçen; ötelerde biryerlerde yeni yerlere görüren yeni yollar belirleyen bir harita: kendine doğru artık yokoluş olarak dokunmayan; varoluş yerlerini de - yeniden_ belirleyen bir harita...

-- evrenin ve dünyan -- gökyüzün ve yeryüzün-- değişecek, artık, şimdi, işte!

hello stranger...



(tıklayınca açılır fizy'nin kapısı)
ama bunu öyle herhangi bir 'sonuç', bir 'gelecek' beklentisi olmaksızın gerçekleştireceksin : geçmişinden bugün(ler)ine uzanan uçlar ileri'ye doğru ' gelişme' olanağı tanımayacak -- anlamın, ne sonlu ne sonsuz, bir şimdi içinde gerçekleşecek: o şimdi(ler)in anlam yoğunluğu öyle olacak ki, 'ileri'de, 'gelecek'te sürüp gitmesinin düşünülmesi saçma olacak.

***

çünkü anlam çerçeven(iz) her yeni 'bugün'de, 'şimdi'de en baştan ve boydan boya yeniden kuracağın(ız)-- yepyeni-- bir çerçeve olacak-- çünkü 'verilmiş', 'hazır' bir çerçeveniz yok ( üstelik 'normal', 'olağan', 'alışılmış' her türlü çerçevelenmişlik, o anlama aykırıdır, onu çeler, giderek engellemeye yöneliktir); olamazdı da : ancak  şimdi - burada kurabileceğin(iz) kadarıyla varolabilecek.

anlamın(ız) şimdi, burada, var...

o.a


baharda



buradayım:
genişliyorum.

uzanıyor dallarım berrak havaha
yeşil titreşimli,dingin, dolu
dalıyor köklerim karanlık toprağa
koyu gizemli, serin, güçlü

buradayım
yükeseliyorum.

oysa buradaydım -
kuruyordum

yapraklarımı hışırdatan rüzgarlar
alıp götürüyordu nemimi.
gövdemi eğip büken fırtınalar
sarsıyordu köklerimi

buradaydım
çürüyordum

tepemde durmak bilmez güz yağmurları
dibimde birikip duran yeraltı suları
dallarım ıslak, köklerim patlak
yapraklarım sarı- kızıl, ölüm rengi.

buradaydım
yitiyordum.

ama buradaydım
dayandım

baharın serin esintilerine
arındırıcı sağnaklarına
ılık ışıklara dek -
ki bir tomurcuk birikip içimde
patladı en uç dalımın en ucunda
açtı yapraklarını, uzanarak güneşe
yayıldı, dolarak gökyüzüne.

buradaydım
canlandım
buradayım
yeşeriyorum

şimdi özlediğim
taptaze bir gonca
büklümleri arasından
özlediğim
rengarenk bir çiçek
açacak, doluluğumu saçacak havaya
çağırarak bütün arıları
olgunlaşacak

buradayım
çiçekleniyorum

şimdi özlediğim
yemyeşil bir meyve
diriliğin ortasından
özlediğim
dopdolu bir çekirdek
düşecek, olgunluğumu götürecek toprağa
çağırarak bütün arıları
dolgunlaşacak

buradayım:
oluşuyorum.

buradaydım
yokoluyordum.
buradayım:
varoluyorum.

buradaydım
yoktum
buradayım
varım -
oluyorum.

o.a

15 Nisan 2011 Cuma

ben kimim, kime anlatıyorum, neyi anlatıyorum...


"ben şimdi ne yapsam, ben işte ne yapsam kaç kere yalnız

kaç kere yalnız, ama kaç kere yalnız, gene kaç kere insan

olmalarımla "

e.c


*şiirin tamamı için; epigraf

ormanda sarı yapraklar düşmeye başladığı zaman saçlarının arasından...



(tıklayınca açılır fizzy'nin kapısı)



doğuya bakan yüzünle bak bana ve kalbimin bir porselen gibi olduğunu


hiç unutma

çocuk gibi olduğumu söylemiştin zaten.

çocuk gibi yazdıgımı biliyorum bu kitapta

kırmızı mürekkeple boyanmış bir çocuk başı uyuyor kalbimde.

fosforlu gözleri açıklanamayan şeylerin merkezi gibi.

tıpkı bunun gibi açıklanamayan şeylerin merkezi olsun isterdim bu

kitap;

hiç kumru olamamış bir çocuk izini bırakırken onun üstünde;

ararken bir kumru oluş halini...


.


gece saat 3:30. senin için birşeyler yazmak istiyorum

ama gözlerinin karşılaştığın insanlara nasıl sevgiyle baktığından

başka birşey gelmiyor aklıma

içimdeyken bana bakışın bir de.

kumru değiliz biz

geyiklerin sonu da çok acıklı

ne kalıyor geriye?

l.m

'geceler boyu güneşi izleyip seni bekleyeceğim'


gün geceye akıyor../gece güne..ölüm yaşama akıyor..yaşam bilince...çember kendini bir çırpıda tamamlıyor, usulca, farkettirmeden...



(tıklayınca açılır fizzy'nin kapısı)

herşeyin kilide, bir kilide dönüştüğü günlerde;



herkesin bana bir eşya gibi baktığı günlerde;

kilitle beni,

ey eşya bakışlı sevgilim!

eski bir ceviz sandık gibi bırakıldığı yerde

ölü bir şairin,

taflanların arasında öylece duruyor olması

ve kimsenin ona yüz vermemesi gibi

anma gününde...

kitab'ımı yalnızlığa indirdiğim günlerde;

aşkların bile ben geçerken eğildiği günlerde;

nehirlerin bir testiye sıkışıp kaldığı günlerde;

doğur cübbeni cüneyd;

cübbeni doğur;

beni kilitle cüneyd;

beni kilitle...

parmak uçlarıyla bir taflanı ufalayan şair;

elinde ulu bir ağaçla oynayan şair;

kendini doğum günü gibi hissediyor bu kentin

ölü doğmuş bu kentin doğum günü gibi hissediyor

anma gününde...

bırakın hissetsin, beni kilitle!

je suis un vieux boudoir plein de roses fanées

çekmeceler açık dursun,

çekmecedeki solgun gülleri kilitle!

ve sandığı sulara bırak, bırak aksın o sandık;

onu var eden ulu ceviz ağacına doğru aksın,

herkesin bana bir eşya gibi baktığı günlerde..

kilitle, şiirin içindeki derin yaraya kilitle...

h.y

"rüzgâr hediye edilebilseydi eğer /sana rüzgâr hediye etmek/isterdim. sarı yapraklı bir ormanda/ iki geyik havaya sıçrayıp öpüşüyor"*


13 Nisan 2011 Çarşamba

should i kill myself, or have a cup of coffee?


“i learned that just beneath the surface there’s another world, and still different worlds as you dig deeper. i knew it as a kid, but i couldn’t find the proof. it was just a feeling. there is goodness in blue skies and flowers, but another force - a wild pain and decay - also accompanies everything.”
david lynch

insanı insandan kan ayırır diyor m.m, şairin romanında ve sabahları içilen kahvenin kokusu yayılıyor evrene, iyilik gibi... kitap çok taze, gamenn'den zeheyra'ya, haritacıdan, zeey ve tagan' a pek çok karakter var, kitabı elime ilk aldığımda açılan satırlar aşağıda, sonrası, sonrası gelir...

"eski zamanlarda şair kavimleri içinde birbirine düşman birçok kavim bulunurdu.birbirlerinin kelimelerini öldürürlerdi. sonra yetinmezler, meydan savaşlarında birbirlerine cana susamış çala kılıçlarla saldırır, yağlı palalar sallar; gözlerini bile kırpmadan düşman bellediklerinin gövdelerinden havanın boşluğuna imzasını kanla attıkları kelleler, bacaklar, kollar koparıp alırlardı.
"savaş meydanlarında öldüren, katilden saymazdı kendini. başkalarının gözünde de katil sayılmazdı.' meydana çıkmanın hukuku,' diye bakarlardı ovalarda üstüste yığılan ölülere; 'kanın şiiri,' diye bakarlardı ovanın kızıl kırmızısına... cenk şairi olmaya karar verdiğinde mürekkebin kan olur serhenas. kelimelerin kan olur. için buna hazır mı? kendi kanını seyreltmeden, başkasının kanını akıtabilir misin?..."

m.m

11 Nisan 2011 Pazartesi

benim yazmam gereken şey, başka bir şeydi...



"önümde uzayıp giden geçmişimdir. kendimi ona farklı gözlerle bakar kılmalıyım, dünyayı ona farklı gözlerle bakar kılmalıyım, tanrıyı ona farklı gözlerle bakar kılmalıyım. onu görmezlikten gelerek yapamam bunu ya da küçümseyerek ya da yücelterek ya da yadsıyarak. onu yaşamımın, kişiliğimin geçirdiği evrimin kaçınılmaz bir parçası olarak kabullenmekle tam yapılabilir bu ancak: acısını çektiğim her şeyi onaylamamla."

oysa aşka ilişkin anılar, hafızanın genel yasalarından bağımsız değildirler; hafızanın kuralları da, alışkanlığın daha genel yasalarına tabidirler. alışkanlık her şeyi zayıflattığı için, bir insanı bize en iyi hatırlatan şey, aslında unuttuğumuz şeydir (önemsiz olduğu için unutulmuş ve bu sayede bütün gücünü koruyabilmiştir çünkü). işte bu yüzden, hafızamızın en güçlü kısmı bizim dışımızda, çisentili bir rüzgarda, bir odanın rutubet kokusunda veya yanmaya başlayan bir ateşin ilk andaki kokusundadır; kendi benliğimize ait, zekamızın işe yaramaz diye küçümsediği şeyi, geçmişin son ve en güçlü kalıntısını, bütün göz yaşlarımız dinmiş gibi görünürken hâlâ bizi ağlatabilen şeyi bulduğumuz her yerdedir. bizim dışımızda mı? daha doğrusu içimizdedir, ama bizim kendi bakışımızdan gizlenmiş, iyi kötü devam eden bir unutuşa gömülmüştür. ancak bu unutuş sayesindedir ki, ara sıra eski benliğimizi bulur, olaylar karşısında o eski benlik gibi tavır alır, artık kendimiz değil, o insan olduğumuz için ve şimdi bizim ilgisiz kaldığımız şeyi o insan sevdiği için, yeniden acı çekeriz. günlük hafızanın parlak aydınlığında, geçmişin hayalleri yavaş yavaş solar, silinir, sonunda geriye bir şey kalmaz; onları bir daha bulmamız mümkün değildir artık. daha doğrusu, bazı kelimeler özenle unutuşa gömülmüş olmasaydı, bu hayalleri bulmamız mümkün olmazdı; tıpkı bir nüshası ulusal kütüphane’ye teslim edilmeyen bir kitabın bulunmasının imkansız olabileceği gibi….


p

8 Nisan 2011 Cuma

geceye not


nasıl da, yıllar öncesinden gelip yinelenen bir ses,
kişiyi bambaşka koşullarda;ama, hemen hiç
değişmemiş bir havada, yakalayıveriyor...

artık bütün yapman gereken , buradan evine giden yolu bulmak.


7 Nisan 2011 Perşembe

tek istediğim şu yaşamdan, bıraksın gözleyeyim onu..



bazı günler oluyor, yaşadığım şehir, gelip geçen insanlar, arabalar, ağaçlar, sabah tuhaf bir görünümle uyanıyor her şey, her zaman ki gibi ama tanınamaz biçimde, insanın aynaya bakıp da “bu da kim?” diye kendi kendine sorduğu anlarda olduğu gibi. benim için, yılın tek sevilecek günleri bunlar.

böyle günler biraz erken kaçıyorum işten, becerebilirsem, sokaklara inip kalabalığa karışıyorum, yoldan geçen herkesi gözlemekten alamıyorum kendimi, sanırım, bazılarının da bana baktığı gibi, bu anlarda gerçekten pervasız oluyorum, başka bir insan oluyorum çünkü.

yaşamdan daha değerli bir şey alamayacağıma inanıyorum, bu anların bana verdiği tattan daha değerli bir şey. bazen uzatma yolunu buluyorum bu anları, birkaç kez başardım bunu, camlı aydınlık bir kahveye oturarak, sokağın, geliş gidişlerin gürültüsünü, parıldayan renklerle sesleri ve içerinin bütün bu uğultuyu dengeleyen dinginliğini algılayarak.

c.s

...



(tıklayınca açılır fizy'nin kapısı)

neden onu görünce

karışıyor ellerin birbirine

onu görünce neden

kendini bırakıp gidiyorsun giderken



bırakıp gidiyorsun ve sende

sevinç gibi bir acı koyuluyor

öyle durup kalıyorsun gecende



onu görünce sende neden

bin tohum ekiliyor birdenbire

birdenbire nice ürün kaldırılıyor

onu görünce neden hızlanıyor

suların akışı kendi kendine


o gidince neden başka birisin

adın başka, susuşun başka, sesin başka

o gidince hiç kimse değilsin

tükenmiş bir rüzgârsın ağaçta

a.t

6 Nisan 2011 Çarşamba

yer, gök ve yürek çiçek açmıştır...




(tıklayınca açılır fizy'nin kapısı)

az sonra yağdı yağacak yağmur, ısrarla saklıyor baharın güneşini...  kıpırtısız bir rüzgarın fısıldadığına yeniliyoruz, şiirler düşüyor aklımıza, filmler raflardan iniyor, ölümdür doğuşun öncesi, beklemesi gibi toprağın, tohumlar çatlamadan hemen önce hava buz kesiyor.yine de umut hep yanıbaşımızda.  dallarından ayırıyoruz fideleri, evlerine yerleşen yeni kiracılar gibi, köklensinler istiyoruz saksılarında, güneşe kaldırıp yüzlerini.  şarkılar bir başka çalıyor kutlama 'nın sözlerini düşünüyorum, 

kirazlar olmadan tez vakitte,


asmanın sürgün veren dallarında,

nergisin, zerenin taç yapraklarında,

seninle baharı kutlamaya geliyorum...

 bahar kapının hemen arkasında,  dört duvar içinde yaşanmaz diyor birileri,takmıyoruz. yeniliriz bazen kendimize, acımıza, hayata oysa yürek hep yolunu bulur, taşların arasında nasıl büyüdüğünü bilemediğimiz bahar çiçekleri gibi, yürek yolunu bulur.  bambaşka bir şarkı düşüyor posta kutuma, melodiler birbirine giriyor, yine de kaybolmuyor sahibinin sesi. oysa bu film bu ülkede bile değil ama öyle tanıdık ki sesleri, duydunuz mu  tranvayın düdüğü ? dünyanın başka bir yerinde insanlar uyurken, çalışırken, nefes alırken, yaşarken ve değişirken mevsim ölüme, bahar işte tam şurada, saklanan mavilikte, ısınan suda ve insanların yüreklerinde. kaçımız yaşıyoruz istediğimiz hayatı, yine de bahar,yine de, inadına... geliyor ve tutuyor elimizi. içimizdeki tüm ağaçlar çiçek açıyor, kirazlardan küpe yapalım diye, mevsimi geldiğinde. diyor ki şarkıda, quanto tempo può durare?  insanın sonsuzluğa inanası geliyor birden, sonsuz bir bahara, bir daha asla kış olmayacak gibi inanası... ve sonra birden büyütmek için hayatı, yağmur başlıyor, iyi ki...




şurayı götürün dedim onlara

burayı da, burayı da

alın götürün dedim

çimenlerin tirşe buğusunun üstünden

tirşe buğunun düşlere değen üstünden

düşlerin ayçiçeği giysilerinin üstünden

o zaman anlatırım dedim onlara

pencere önümün niye uçtuğunu.



evet

dönüp geliyor az sonra

kolumun altına yerleşiyor

kendisiyle yer değiştirir gibi

itiyorum onu, itiyorum, itiyorum

bütün zamanlar bitti diyorum -anlasa ya-

iki tek kiraz ağacı kaldı yalnız

iki tek kiraz ağacı

ilkyazlar ve bütün başlangıçlar bitti

kiraz ağacı? o da

gözlerimin deli kırmızısını yıkamak için

ağladıkları zaman.



ne vardı sundurmamın üstünde -ne vardı-

anımsayamıyorum şimdi

-pek şimdi değil, çoktandır-

yağmurlar yağdığı zaman büyüyen

geçmişi olmayan bir saksı mı

yoksa

bir sap çiçek mi -saksısız-

kaçışına uğrayan bir çiçek?

neden olmasın

yağmurlar

yağmurlar yağdığı zaman.



sular insanlar gibi geçiyor aklımdan

mavi aklımdan

sordular- anımsıyorum-

bir gün

neyle örtülürmüş ki su

suyla demiştim -elbette suyla-

ya yaşam

bir başka yaşamla, bir başka, bir başka, bir başka,”

oysa bütün yaşamlar bitti

ilkyazlar ve bütün başlangıçlar

sular

insanlar gibi duruyor aklımda.



dişlerimin arasından gösteriyorum ellerimi

korkuyla kaçışıyor güvercinle karanfil

dönüp arkama bakmıyorum

odalar bitti çünkü, merdivenler de

dışarsı var: şurası, burası, orası

ve yağmur- yağmurlar-

ah şu yağmurlar durmasa ya

ne güzel ıslanıyor ilkyaz

ne güzel, ne güzel, ne güzel

denize zorla sokulmuş

ağlamaklı bir çocuk gibi.

e.c

3 Nisan 2011 Pazar

sevdaları içerden yazan biri var/ne tuhaf/siz bunu hiç bilmiş miydiniz?/ezilmiş erguvanlar.*





hiç durup dinliyor musun, atan senin kalbin mi? bu sabah yataktan kalktığında senin hayatınla uzaktan yakından alakası olmayan bir şeyin sırf ellerin üşüdü diye seni üzeceğini, dolan gözlerini saklamak için kaçacak bir delik araman gerekeceğini biliyor muydun mesela.... ben dinledim kalbimi, üç beş kişilik atıyordu içimde tüm çocuklar benimdi, tüm yemekleri ben yapıyordum, dalgalar yine eskitiyordu kayaları ve eskiyordu kendisi de çarparken. rüzgar ılıktı ve mutlu bir yerdi dünya.


"biraz bahar gerekiyor allah’ım ben hiç iyi değilim

biraz çağla birkaç erguvan gerekiyor"

1 Nisan 2011 Cuma

anlamak herzaman faydalı değildir...*





sana "beni merak etme, lütfen etme, lütfen üzülme, lütfen" diye yazdım, yüzünün nasıl düştüğünü bildiğim cevabın gecikmedi telefonuma, "nasıl merak etmem sen böyleyken"  herkesin birbirini acıdan korumaya çalıştığı sahneler birbirini takip ediyor, yine de acıdan kaçılmıyordu...
 o. a'nın yazdıklarını düşündüm, bu adam her durumun içinde bulunmuş, yaşamış, görmüş müydü, yoksa hayatlarımız bir tekrarlar toplamı mıydı? ne diyordu tam da içinde bulunduğum ve yüzümü buruşturup beni merak etme dediğim yerde;

‎''lütfen merak etme -- lütfen, lütfen, lütfen'' demişsin--

kişinin elinde değildir ki merak etmemek, seviyorsa--

senin o 'lütfen'i üç kez yinelemen de bunun --bunu bildiğinin-- göstergesi:-

sevgi, çünkü, kişinin bütün yönelimlerini tek bir yere çevirir;

bütün etkinliklerine tek bir yön verir:sevdiğine--

...sevdiği de , bunu bilir "
 
o.a
* godard,çile.