30 Nisan 2010 Cuma

beni öp sonra doğur beni


şimdi
utançtır tanelenen
sarışın çocukların başaklarında.

ovadan
gözü bağlı bir leylak kokusu ovadan
çeviriyor o küçücük güneşimizi.

taşarak evlerden taraçalardan
gelip sesime yerleşiyor.

sesimin esnek baldıranı
sesimin alaca baldıranı.

ve kuşlara doğru
fildişi: rüzgarın tavrı.
dağ: güneş iskeleti.

tahta heykeller arasında
denizin yavrusu kocaman.

kan görüyorum taş görüyorum
bütün heykeller arasında
karabasan ılık acemi
- uykusuzluğun sütlü inciri -
kovanlara sızmıyor.

annem çok küçükken öldü
beni öp, sonra doğur beni.

c.s

sevgilim yalan söylersem


sevgilim yalan söylersem sana
kopsun ve mahrum kalsın dilim
seni seviyorum demek bahtiyarlığından

sevgilim yalan yazarsam sana
kurusun ve mahrum kalsın elim
okşayabilmek saadetinden seni

sevgilim yalan söylerse sana gözlerim
iki nadim gözyaşı gibi avuçlarıma aksınlar
ve göremesinler seni bir daha

n.h.r

35.

yavaşça gitmelisin şimdi ona artık: incitmemeğe özen göstererek - çünkü alıştığın -alıştırıldığın; alıştırılmana izin verdiğin- davranış biçimlerine elvermez o: gücünü sınayamazsın üzerinde - ya suskunlaşıp gider, ya da hırçınlaşıp gider. bir yandan da olanca gücünü toplamalısın şimdi onun gerçekliğiyle başedebilmek için - ama, onu altetmek, ona egemen olmak anlamında değil: onunla belki, boy ölçüşmek - kendi boyunu ona göre; onun boyunu kendine göre, ölçmek - ya da, kendini onun anlamına; onu kendi anlamına - kendine; kendinize- göre yeniden -karşılıklı- ölçüşmek için:-

anlamlarınız karşılıklı belirlenecek, şimdi, artık...

o.a

28 Nisan 2010 Çarşamba

göğe bakalım


ikimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım

şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
şu aranıp duran korkak ellerimi tut
bu evleri atla bu evleri de bunları da

göğe bakalım

falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
inecek var deriz otobüs durur ineriz
bu karanlık böyle iyi aferin tanrıya
herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda

beni bırak göğe bakalım

senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
bu senin eski zaman gizlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
seni aldım bu sunturlu yere getirdim
sayısız penceren vardı bir bir kapattım
bana dönesin diye bir bir kapattım
şimdi otobüs gelir biner gideriz
dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
durma kendini hatırlat

durma göğe bakalım

t.u

karınca


ruhumdaki sabır, kalbimdeki aşkla kurdum
kor dantellerden bu yolu, ormanın altına
yeter ki oku onu.

senin gördüğün ağzımın kenarında duran dua,
ben ayaklarımın altındaki toprağa, döktüğüm
gözyaşına inandım. öyle uzun ki dünya;
katlanmaya, kıvrılmaya, açılıp çarşaf olmaya.
mümkündür yol yapmaya bir ömür, yol almaya.

ah! yine de yolumdaki kederi kimse bilmesin,
büyüsün, genişlesin, dolansın ömrümü;
kapısı kapalı çoktandır, penceresi dargın.

kim anlayacak bu kor işaretleri?
kimsenin dilinden okunmasın içimde ufalan.
ovada ve dağda saklı bir mavi için
düştümdü yola. benim de yaban bir çığlığım vardı,
çok zaman oldu, teslim ettim onu rüzgara.

kışa girdik kıştan çıktık
ama değişmiyor insan
karınca duası diyorlar ördüğüm yola.

b.k

27 Nisan 2010 Salı

naz


bütün o yollardan tek başıma geçtim naz
yazıtı çalınmış çeşmelerin başından
gümüş yüzüklü parmaklarından anadolu'nun

bütün o yollardan tek başıma geçtim naz
koyup başımı sise yemyeşil uykular uyudum kaçkarlar'da
uçan kemençeler gördüm düşümde ve tombul memeli kızlar
sinop'ta yüzme bilmeyen yavru tekneler yapıyordu
hünerli elleriyle doğan usta
amasra denizden yatağına uzanmıştı
saçlarını dağıtmış bir prenses gibi
ordu yaylalarında ateşböcekleri yağdı bir gece üstüme
sandım ki çocuğum, bahçemize inmiş yine yıldızlar
dağılmamış çaydanlığın buharı
üzmemiş annemi babam
göynük'te bir sokağa vermişler adımı, soyadımı unutmuşlar
kimse tanımadı orda yürürken bu yüzden beni
olsun, dedim içimde gezinen bahara
olsun, saat kulesi arkadaşım ya, yeter bana

bütün o yollardan tek başıma geçtim Naz
beyaz bir selçuklu atının sırtında girdim saruhan'a
dönerken semazenlerle mavi bir kelebek olup uçtum
öldürdü beni taşlarda yankılanan neyin sesi
koza han'a baharat indiren develerden
ipek yolu'nun haritasını istiyordu ipekböcekleri
oysa bilmiyordu, bilmiyordu kimse gelip gittiği yeri

bütün o yollardan tek başıma geçtim naz
beyaz bir urartu aslanı gibi karşıma çıktı kar altında van
şeker olup düştüm bir bayram sabahı
çataklı çocukların buz tutmuş avuçlarına
ağrı dağı'nı başı bulutsuz gördüm ki kışın
diz çöküp af diledim tırmandığım bütün dağlardan
doğu bayazıt'ta kardanadam yapıyordu bir kız
babasına benzemediğini bile bile
hakkari yolunda tilma'nın ellerini kesiyorlardı
hoşap kalesi'nin benzerini yapmaması için
bilmiyordu barbarlar
sonsuz kökleri vardır
yaratan ellerin

bütün o yollardan tek başıma geçtim naz
hasankeyf'ten tutsak bir kartal gibi baktım dicle'ye
harran'da samanyolunu sırt çantama doldururken
yıldızların şiir okuduklarını duydum
ve ağladım huğların arasında
uzaklarda kavalını gömen bir çoban
silahını gömen bir dağlı
sevdiğini gömen bir kadın
gaziantepli sedef kakma ustaları
alleben'in sularına bırakıyorlardı
yaptıkları küçük sandıkları
içlerinde ben
sen
nerdeysen

bütün o yollardan tek başıma geçtim naz
son cırcırböceğini dinledim fethiye'de
kayalıklardan bakarken kelebekler vadisi'ne
bağırdım avazım çıktığı kadar:

'yaşasın akdeniz! yaşasın likya!'
iztuzu'nda burnunu öptüğüm deniz kaplumbağası
'aşk bir kumdur' dedi bana,
'sıcacık bir kum, denize bakarken güneşi unuttuğun'

bütün o yollardan tek başıma geçtim naz
yanımda
bana yazdığın
ve açmaya cesaret edemediğim mektupla
dilerim ki bir rüzgâr gibi geç dünyadan
bir rüzgâr gibi
bütün aşk mektuplarını birer birer açan
 
a.a

her şey sen olsun şu dünyada ve olmasın sen olmayan dünya da.


sevgili!..


aşkın şiirini yazmak isterdim sana; sana aşkı şiir ile yazmak isterdim... aşkı seninle tanımlamak ister, aşkı sende tanımak isterdim. ay ikiye bölündüğünde yanında olmak, uhud’da dişini avcuma almak isterdim.

sevgili!..

şimdi senden uzakta, aşk şudur diyebilsem eğer, son defa kendimi ve ilk defa okuyucumu kandırmış olacağım. bildim dediğim bir aldanıştır çünki o, duydum dediğim bir yanlıştır. şimdi ayın, şın ve kaf’ları çıkardılar elif belerden de sensizliğin mektebinde bir sabra mıhladılar bizi elif’lerle he’lerden. sensizlikte hasretin hüzzamlarını öğrendik kucak kucak, ve aşkın nihavent saltanatını arar olduk köşe bucak. bildiğimizi sandıkça yandık da yolunda, yolunda yandığımızı sandıkça bildik sonunda. aşkın gerçeği değildi bildiğimiz, ama aşkın ateşiydi yandığımız. artık şüphedeyiz, canları yâre ulaştıran bir sel miydi aşk, şekeri güzele sunup ağuyu kalbe bulaştıran bir el miydi!.. sana varacak yolların çilesi miydi; tutkular ötesi tutkunun zirvesi, hasretle yanışların sesi miydi!..

galiba varlığın çekim alanına giren en ulvi acıydı aşk; ve maddeyi mânâya veren en cömert sancıydı. ruhların çeşitli varlıklar arasında bölüştürülen süsüydü belki; belki ötelere yazgılı yitirişlerin türküsüydü. kalp kalbe konan kelebek kanatlarında renk; kudümlerde düşünüp neylerde ağlayan âhenkti aşk. şarkın bütün şiir macerasıydı, belki yesribli sevgililer için tutulan bir anadolu yasıydı. yağmur yağmur belaya başını tutmaklar ve ateş ateş denizlere kendini atmaklardı. mansûr’u dâra takan da, halil’i oda yakan da oydu, ve oydu eyyub’u derde bırakan da. tuz kadar mübarek, ekmekçe aziz idi; toprakleyin bereket, su gibi temiz idi.

aşk iğnesiyle dikilince bir dikiş, kıyamete kadar sökülmez imiş. aşk ile insan elbet güneşe benzer; ve aşksız gönül misâl–i taşa benzer. hayatı aşka bölünce hayat çoğalır; bütün hayatları toplasan geriye aşk kalır. gelip kemiğe dayanınca dünya, hayata atılan kemend olur; göz kapaklarından vurulunca kasırgalar, annelerce deprem, babalarca bend olur. aşksız bahar dallarını kuru bir ayaz boğar, aşksız rahmini yargılayan bebekler nâgehan doğar. mahrem düşüncelerle perdelenen odalarda ya ezel ya ebet olur; aşk kayıp giderse dünyadan ebet kıyamet olur; sevgisizlik gelir, dünya cehennem olur.

aşk gelince burukluğun şiirinde hüzün dokur heceler; ve azarlanmış kalpleri ısırır tam yarısında geceler. saban onunla sürerse toprağı koşarak, ancak o vakit yeşerir taze bir başak. atların nallarından yıldırımlar masallara dökülür, ve yollanamayan mektuplarda nice kalpler sökülür. kayan yıldızlar gibi büzülür elem dehlizlerine diller, ve melal süzülür gibi melek kanatlarında döker yapraklarını güller. kaderin dehşetini yakan şamdanlar özge pervanelere tesellikâr düşer, şefkatli bir ekmek kırıntısıdır kurutulmuş buselere yâr düşer.

sevgili!..

kapına geldik; aşkı öğret bize; ve aşkını ver yüreklerimize.

bir nihânîce gamzene gamzede âşıkların adına... hani uykuya dalınca kenti, ve yalnız başına kalınca kendi... hani yalnız gecelerde konuşmadan kalınca dilleri, ve hâl üzre gönüller anlar olunca bütün dilleri... vicdan sesinden bîzâr kürek mahkumlarınca, hani âşıkların hasreti özlemle karınca... hani gurbetin ucunda gönlüme gömen de seni, hani seni gurbet gurbet gönlüme gömende... güneş ve ay nurunu aşkından alırken; güneşin ışığı aya vurur gibi âşıkı aydınlatırken... gel ey sevgili bir huzmecik bahş eyle âsî ve aciz üftadene, ve umut ver peykin olmaya teşne kem zerrene. aşkları unutan bendene aşkını unutturma!..


her şey sen olsun şu dünyada
ve olmasın sen olmayan dünya da.

i.p

26 Nisan 2010 Pazartesi

lovers

sabah ayartması

.

bağrı çok savruk da olsa sabah günün en çıplak vaktidir
günün en çıplak kuşları gezinir orda
ve ilkin loş bir yürek çarpıntısıyla uyur
göğsümün bedenimin çaşıtları bütün çaşıtları uyutur
sabah kuşların, kuşların uçuşlarını da.
sabah ki aklını çeler bir kuzgunun götürür
ıssız bir sorumluluğa ama gitmeyen o simsiyah tad ağzımda
ve buramda coşkun göğertisi orospuluğun bulanık,
aç ve sonuna kadar cesur buramı öpesi gelir kuşların
kuşların her yerimi öpesi gelir
uzanırım aç ve sonuna kadar
cesur sabah günün en kıskanç vaktidir.
akıtıp beyaz bir bedeni boğazıma
yakıp çağlardan artan iniltileri ağlayışlar
ve bakışlar üstüne getirilen sabahtan sonra getirilen nedir?
kamyon tadında ve dağınık olan nedir?
çaşıtlar uyudu, kuşlar çıplak...
sabah ormanın ağza bıraktığı ıssızlık gibidir
sabah günün el değmemiş bir vaktidir

i.ö

25 Nisan 2010 Pazar

ne böyle sevdalar gördüm, ne böyle ayrılıklar


ne zaman seni düşünsem
bir ceylan su içmeye iner
çayırları büyürken görürüm

her akşam seninle
yeşil bir zeytin tanesi
bir parça mavi deniz
alır beni

seni düşündükçe
gül dikiyorum ellerimin değdiği yere
atlara su veriyorum
daha bir seviyorum dağları.

i.b

misafir

sana bakarak
bütün yüzleri unutmak
kendimden
ve arap saçı olmuş
bir sürü
hikayelerden bıkarak

sana misafir geliyorum
denizlerin sesi içinde
ve gündüz güneşlerinde
şaşırmış

sana misafir geliyorum
biraz daha uykuya yakın
biraz daha dalgın
biraz daha başka şeylerden uzak
On Mani Padme Hum

a.h.ç

24 Nisan 2010 Cumartesi

sevgilim,bir günün...

sevgilim, bir günün ortası şimdi...


taşıtlar hızla gelip geçiyor, her yer kalabalık,...

ben seni düşünüyorum bir bodrum kahvesinde...

uzat bana, uzat ellerini...

izinli askerler görüyorum, kırıtarak yürüyen işçi kızlar...

istanbul her günkü yaşantısı içinde, uğultulu,...

güvercinler güneşten bir sessizliği biriktiriyor...



ben seni düşünüyorum, seni

hani tıpkı o ilk günlerdeki gibi

"kalbim" diyorum, kalbim

daha dün tezgâhtan çıkmış bir su sayacı gibi

aşkı anılar besliyor, düşler kadar

bu yüzden diyorum ki "aşk, eskidikçe aşktır"

sevgi, eskidikçe sevgi.



günümüz ekmeğimiz, türkümüz

çoluğumuz çocuğumuz

binalar yan yana yükselip gidiyor

vapurların ağzı köpük içinde

uzaklarda ne kapılar açılıyor

trenin biri bir istasyona varıyor

oradan çıkıyor biri.



her şey biliyor, her şey

sen biliyor musun bakalım

seni nice sevdiğimi?

üstüne titrediğimi?



geldiği mi?
gittiği mi?
hadi!


22 Nisan 2010 Perşembe

21 Nisan 2010 Çarşamba

taylar ve yolcular


çünkü biliyorum : sabrın mesafesine sızıyor susku ;

beklenen fırtına , beklenen bora ve ne gelmezse akla
deniyor bir taşın sabrını , çocuğun uslu sevincini de.
sinsi tarih , aklıevvel felsefe , şımarık geometri
canına okuyor şiirin , yalnızca aşk onarıyor onu
onarıyor ve coğrafyanın her yanı yara bere içinde
yazının ruhu mu olurmuş diyor mahkeme katibi
bu yüzden eskiyor hayat , merhamet yetim kalıyor
bir tek susku kalıyor , dillerde ölüyor birer birer
ölen her dil yalnızlığı oluyor bu dünyanın..

çünkü biliyorum : sabrın mesafesi azalıyor gitgide

kuğunun aryası kuğulara , filler fillere veda ediyor
kendi çığlığının peşine düşüyor bir aborjin
ned kelly kendine bir zırh döküyor ağır demirden
ah ned kelly : cahil ve cesur olum benim
köroğlu’ydu bizim oralarda senin adın yahut celali
çaldığın atın kefaretini ödedin ölümünle , oysa yaşlı
bir çerkes’ten duymuştum : ‘atın fiyatı yoktur’
atlılar geçiyor rüyalarımdan , atlılar geçip gidiyor
hayat canhıraş bir telaş yumağına dönerken
anlatılacak ne çok hikaye kalıyor geride

kelimelerse tutukluk yapan bir silah kadar mahcup..

taylardı mesafeleri hiçe sayan ve yolcusunu
hayal ettiği yerde bırakıp yola revan olan
reddin hayata bağışladığı müthiş gerçek
yıldız şavklarında oynaşan ırmağın delişmenliği
ve kalp atışlarını sarıp sarmalayan alev
bütün bunlar sabırsız bir tayın anlattığıdır
sabırsız bir tayın coğrafya bilgisidir de denebilir
taylar : ölümsüz ama ölümlü , hüzünlü ama cesur
taylar : göğün bulutu , yeryüzünün yalnızlığı
firar duygusunun kışkırttığı büyük öfke

kalbim şimdi bir tayın kalbidir..
a.t

biliyor musun?


orada

beni düşünüyorsun.

hissettim bunu:

bir şiddetli rüzgar gibi

aşarak tepeleri

geçerek boğazları

ulaştı buraya

geldi dokundu bana

düşünmen beni.


orada

beni düşünüyorsan

hissetmelisin bunu:

bir rengarenk ışın gibi

aşarak tepeleri

geçerek boğazları

ulaşmak oraya

gelip dokunmak istiyor sana

düşünmem seni.


o.a

20 Nisan 2010 Salı

içimden şu zalim şüpheyi kaldır/ya sen gel ya beni oraya aldır


ağzının bir kıvrımından cesaret bularak
ter yürekte susayışlar yaratan yağmurlara açıldım
kalmışsa tomurcuklar önünde sendeleyen çocuklar
kalmışsa bir kaç ısrar ölümle yarışacak
onların yardımıyla dünyamıza acıdım.

dünya. çıplak omuzlar üzerinde duran.
herkes alışkın dölyatağı bersalarla ağulanmış bir dünyaya
benimse dar
çünkü dargın havsalamın
gücü yok bazı şeyleri taşımaya.
önce kalbim lanete çarpa çarpa gümrah
sonra kalbim gümrah ırmakları tanımaktan kaygulu
sakın styks sularının heyulası sanmayın
er gövdesinde dolaşan bulutun simyası bu,
biraz üzgün ve ömer öfkesinde biraz
öyle hisab katındayım ki katlim savcılardan sorulmaz
ne kireç badanalı evlerde doğmuş olmak
ne ellerin hırsla yaban tutuşu
ne fabrikalarda biteviye üretilmekte olan kahır
dev iştihasıyla bende kabaran aşkı
yetmez karşılamaya.

insanlar
hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır
o ferah ve delişmen birçok alınlarda
betondan tanrılara kulluğun zırhı vardır
çelik teller ve baruttan çatılınca iskeletim
şakaklarıma dayanınca güneş
can çekişen bir sansar edasıyla
uğultudan farkedilmez olunca konuştuğum
kadınların sahiden doğurduğuna
toprağın da sürüldüğüne inanmıyorum
nicedir kavrayamam haller içinde halim
demiri bir hecenin sıcağında eriyor iken gördüm
bir somunu bölünce silkinen gökyüzünü
su içtiğim tas bana merhaba dedi, duydum
duydum yağmurların gövdemden ağdığını.

sen ol küçük bir kıvrımdan, bir heceden
aşk için bir vaha değil aşka otağ yaratan
sen ol zihnimde yüzen dağınık şarkıları
bir harfin başlattığı yangın ile söndür
beni bir ses sahibi kıl, kefarete hazırım
öyle mahzun
ki hüzün ciltlerinde adına rastlanmasın

i.ö

19 Nisan 2010 Pazartesi

kırmızıya yöneliş


sen ben ağlarken
avucum bir deniz mi çocuk?
meleksi birliktelik içre,
göksel haleyle çevrelenmiş
ölümün ve yaşamın ikircilliği.
ulaşamadığımızn bilirken olduğunu
ispanya
sevilla, manzanilla....isimler.....?

boğuk şeytancıklı bir ses siyahi
iletiyor titreşimleri kızıl fırıldak.
sözcüğü diyor söndüreceğim yerinde
sezinlediğim biçimi
gireceğim güllerin bahçesine
orada duracak
beni vuracak.


n.m

umuş

bütün iyi kitapların sonunda
bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda
meltemi senden esen
soluğu sende olan
yeni bir başlangıç vardır

parmağını sürsen elmaya, rengini anlarsın
gözünle görsen elmayı, sesini duyarsın
onu işitsen, yuvarlağı sende kalır
her başlangıçta yeni bir anlam vardır.

nedensiz bir çocuk ağlaması bile
çok sonraki bir gülüşün başlangıcıdır


e.c

18 Nisan 2010 Pazar

82.


"özür dilerim" demiştin sert geçen bir karşılıklı atışmanın ardından, arayıp, "sorumsuz davranmışım" diyerek :
uzaktan haberleşme içinde benim canımı sıkan birşey olmuş; sen de 'bozuk çaldığımı ' anlamıştın.

- saygı duymuştum o zaman sana : çok zordur çünkü bunu düşünmek, sonra da söylemek-

ben de, "saçmalama dedim sana :önce anlamamıştın- şunu demek istemiştim:-


'özür'e yer yoktur ilişkide; varsa da, ilişki yoktur:-

kişilerden birinin öbürüne bulunduğu bir eylemde, ne yapanın yaptıktan sonra yapmamış olmayı isteyebileceği birşey ('pişmanlık'!...) olabilir; ne de, yapan, yaptığını, öbürüne 'zarar vermek- onu 'yaralamak' ona 'acı vermek ' - için yapmış olabilir _ varsa da, ilişki ya tamlığında kurulmamış, ya da, hiç hiç yok, demektir.

ya tamdır ilişki, ya da, yok...

o.a

17 Nisan 2010 Cumartesi

mıh

I.
kalbimden ayağınaydı yolum
gördüm, hep seni gördüm.
kara gecede, karar uykuda yürüdüm.
bomboştu herşey, elimde bir dünya tarağı
gök ağlıyordu, ben zülfünü ördüm.

kubbem yok ki benim, bir tepsinin kenarında uykum
dönersem, aşağ'sı çok yüksek
düşeceğim nasılsa gördüm.
dünya beni sarmazdı sarmalamazdı döndüm.
gök ağlıyordu, ben zülfünü ördüm.

II.
kalbimin bu günbatısı, bu buz kesiği
bendeki lal, bu bendeki mıh,
söktüm senindir, sana bağışladım
ağaran saçımı, senindir, al.

ring

çölde bir sesin kaynağı gibiyim,
çölde bir sesin kaynağı değilim,

kaynağın kendisiyim çölde.
boğazımdan yükselen iyilik duygusu,
insanlara benim öğrettiğim şeyler
ve bir konuşma şekli halinde geri geliyor.

bir konuşma şekli öğrettim

ve tekrarlarla açılıp giden kesintisiz şeyler.

benim çölde kaktüs görmediğimi herkes biliyor,
bu bir konuşma şekli.

kaktüsün başka bir şey anlatmadığı,
bir konuşma şekli.

çölde bir kaktüsün yalnızca çölde bir kaktüs olduğu,
bi konuşma şekli.

aşk başkadır bunlardan

ve tekrarlarla açılıp giden kesintisiz şeyler

a.g

koşaradım

gittikçe yalnızlaşıyorsunuz insan kardeşlerim

ne bir ortak sevinciniz kaldı sizi çoğaltacak
ne bir içten dostunuz var acınızı alacak
unuttunuz nicedir paylaşmanın mutluluğunu;
toprağı rüzgârı denizi göğü
o her zaman bir insanla anlamlı
tükenmez bir hazine gibi kendini sunan doğayı
unuttunuz, gömülüp günlük çıkarların
ve ucuz korkuların kör kuyularına
daraldıkça daraldı dünyaya açılan pencereniz.


fırlayıp ilk ışıklarıyla günün dağınık yataklardan
koşaradım gidiyorsunuz işinize değişmeyen yollardan
kurulmuş saatler gibi günboyu çalışıp tekdüze
uzayan gölgelerle koşaradım dönüyorsunuz evinize.
ne kadar uzaksa bir felaket sizden o kadar mutlusunuz
unuttunuz başkalarının acısını duymayı
küçük çıkarların büyük kurnazları
alışverişe döndü tüm ilişkileriniz, hesaplı, planlı
sevgileriniz ayaküstü, ilgileriniz koşaradım
unuttunuz konuşmayı kendinizi vererek
düşünmeden bir başka şeyi, içten yalın dürüst
dışa vurmayı duygularınızı
unuttunuz, neydi bir ince söze yakışan en güzel davranış.


gittikçe yalnızlaşıyorsunuz insan kardeşlerim
-ki bu en büyük kötülüktür size-
yıkanmıyor bir kez olsun yüreğiniz yağmurlarla
denizler boşuna devinip duruyor bir çarşaf gibi
gerip ufkunuza mavisini, çiçekler her bahar
uyanışın türküsünü söylüyor da görmüyorsunuz.
sizin adınıza dünyanın pek çok yerinde
insanlar dövüşüyor ellerinde yürekleri birer ülke
anlamıyorsunuz inançlarını bir kez düşünmüyorsunuz.
ömrünüzü güzelleştirecek bir şey almadan hayattan
bir şeyler bırakmadan ardınızda gelecek adına
koşaradım tükeniyorsunuz insan kardeşlerim
koşaradım
duymadan bir gün olsun dünyayı iliklerinizde..

ş.e

15 Nisan 2010 Perşembe

don't let me be misunderstood

sesliler


a kara, eak, i al, uyeşil, o mavi: sesliler,

diyeceğim bir gün gizli doğumlarınızı da:

karanlık koylara, kara sineklere benzer a,

o amansız pis kokular üstünde fır dönerler.



kır çiçeği, buhar, çadır beyazlığında e'ler,

benzer dik buzullar mızrağına, ak krallara;

gülüşüne i, güzelim kızıl dudakların, kana,

o pişman sarhoşluklar içindeki, o öfkeler.



Çevreler u, yeşil denizlerin çalkantısı,

sessizliği onca otların, yüz kırışıklarının

bastığı simyanın geniş alınlara damgasını;


kutsal borazan o, yaban çığlıklar, gürültüler,

meleklerden, acunlardan geçmiş sessizlikler

- sen ey omega, ey o mor ışığı gözlerinin
 
a.r

14 Nisan 2010 Çarşamba

bi acayip hal...



85.105.98.137
ankara... ve niceleri....

arkadaşım siz delirdiniz mi?
lütfen uğraşmayın, didinmeyin, ben ayda bir xml yayınlayayım, siz de ben de kurtulayım, 4 saat ne kaydettin bu blogda,senin yapacak işin yok mu?

allah akıl fikir versin...
edit; bu yazıyı yayınladıktan sonra 18:19 18:21 ve 18:37 de bursa,mersin ve ankaradan gelip yazının resmini kopyalayan arkadaşları da ayrıca tebrik ediyorum. şahtı şahbaz oldu bu post sayenizde.

camdan kuşlar / casuslar ve özlemek

birden özleyiveriyorsunuz...
çoktan unuttuğunuzu sandığınız ya da yalnızca bir kere karşılaştığınız ve özlemek için yeteri kadar tanımadığınız birini, bir sabah çılgınca özleyerek uyanıyorsunuz.
rüyalarınız, içinizdeki o gizli, esrarını ele vermez büyücü,
siz çarsaflarınızın arasında bütün tehlikelerden uzak, güvenle yattığınızı sandığınız bir anda usulca ruhunuza sokulup, sizden habersiz oralara yığılmış cephanelikleri birer birer ateşleleyiveriyor. infilaklarla sarsılarak uyanıyorsunuz. hayatınızda olmayan birini hayatınıza almak, ona dokunmak, onun sesini duymak icin kıvranırken buluyorsunuz kendinizi.
ve venedik'teki o ünlü cam atölyelere dönüyorsunuz birdenbire,
kristal kanatlı camdan kuşlar kızgın alevlerde eriyerek çesit çesit şekillere bürünüyor, yattığınızda kuş olduğuna emin olduğunuz bir biblo sabaha uyandığınızda bir bakıyorsunuz bir peri kızına dönüşmüş, bir ejderha bir "kanatlı karınca" olmuş.
özlemek, o yakıcı istek, bilinen herşeyi ve önem sırasını değiştiriveriyor.
herkese yabancı oluyorsunuz, onların
kuşları sizin peri kızlarınız, onların ejderhası artık sizin için bir kanatlı karınca.
bunları paylaşacak kimseniz de yok. özlediğiniz ise çok uzaklarda.
yanınızda olmasını istediğiniz halde yanınızda olmayan bir tek kişi, yanınıza bile yaklaşmadan, hatta onu özlediğinizden ve onu istediğinizden haberdar bile olmadan, bütün hayatı, bütün görüntüleri eritip, başka başka kılıklara sokuyor.
kıpkızıl bir alev gibi içinizde beliriveren o insan,
venedikli camcıların, kızgın cama daldırıp üfledikleri ince borular gibi, kendi soluğuyla
bütün hayatınızın bilinen heykellerini alıp başka başka heykeller yapıyor. kimilerine göre yeterince iradesizseniz, kimine göre de yeterince cesursanız, özleminizin peşinden koşuyor, ona ulaşmak için bütün şekilleri değistirmeye razı oluyorsunuz. savaşlar savaş gibi gözükmüyor size, ölümler ölüm gibi gözükmüyor.
bir gece önceki endişeler, öfkeler,sevinçler artık yerinde değiller. güneş ışıkları gibi yedi renk gene orada duruyor, ama hepsi de büyük ve yakıcı bir beyazlığın içinde solup kayboluyor.
tek bir görüntünün parıltısı başka bütün ışıkları sönükleştiriyor.
bir kadının bir anlık görüntüsünün, bir erkeğin hayatındaki bütün cam heykelleri nasıl erittiğini gösteren o ürepertici macerada olduğu gibi...
nadjeda skoblin, soylu bir ailenin çok güzel ve çok yetenekli kızıydı; müzik eğitimi alıp opera sanatçısı oldu.
ona "kursk bülbülü" diyorlardı.
daha yirmi yaşına bile gelmemişti o sıralarda.
sonra sovyet devrimi patladı.
tam o yıllarda nadjeda fakir bir bale öğretmeniyle evlendi.
bütün debdebe, ipekli elbiseler, güzel arabalar, konforlu evler yok oluverdi.rusya'da sovyet kuvvetleriyle çar'a bağlı "beyazlar" arasında kanlı bir iç savaş sürüyordu.
nasıl olduysa, sovyetler'in istihbarat örgütü çeka, nadjeda'yı fark edip onu ajan yaptı.
nadjeda, beyazlara moral aşılamak için cepheden cepheye dolaşıp konserler veriyor, çar'ın komutanlarını kendine hayran bırakıyor ve bütün erkekler gibi güzel bir kadının karşısında gevezeleşen komutanlardan bilgileri alıp bunları çeka' ya satıyordu..
bir zaman sonra, beyazlar, "kurs bülbülünün" gittiği her cephede ağır bir yenilgiye uğradıklarını fark ettiler, genç kadını izleyip, suçüstü yakladılar.
ölüme mahkum ettiler.
1920 yılının bir ilkbahar sabahı genç kadını idam mangasının önüne diktiler. kadın gözlerinin bağlanmasını reddetti.kendi ölümünü seyretmek istiyordu.idam mangasının genç komutanı kadına baktı.
sabahın ilk ışıkları içinde o muhteşem güzelliği gördü.
ve o anda, o kadını sevip onu istedi.
onu herşeyden fazla istedi.
istediği o kadınla ölüm arasında ise yalnızca havaya kalkmış olan kendi kılıcı vardı.
kılıcını indirdiği anda kadını vuracaklardı.
o kısacık zaman parçasında bir bizans freski gibi ruhuna bir daha silinmemek üzere kazınan o güzellik,tüfekler patlayınca ölecek ve asla geri dönmemek üzere gidecekti.
genç subay o ışıklı ilkbahar sabahında, ölmek için bekleyen ve gözlerinin bağlanmasını reddeden o güzel kadına baktığında, hayatının bütün şekilleri, cam kuşlar gibi eridi, herşey biçim değiştirdi, bütün başka duygular kayboldu ve geride o sabahın ışığı gibi berrak ve keskin bir istek kaldı.
adı nikolay skoblin olan genç subay kılıcını indirmedi ve askerlere kadını çözmelerini emretti.
kendi ölümüne giden yola güzel bir kadın için attı ilk adınımın.
birlikte türkiye'ye kaçtılar.
sonra paris'e gidip sovyetler'de yeni bir isyan başlatmak için hazırlanan beyazlara katıldılar.
ve çeka için çalışmaya başladılar.hayatları maceralarla, olaylarla, heyecanlarla, ihanetlerle doluydu ama sanırım hayatlarının en unutulmaz anını o sabah vakti yaşadılar.
bazen bir insanı isteyiveriyorsunuz.
ona dokunmayı, sesini duymayı özlüyorsunuz.
bazen bu, hayatınızdan çıkıp gittiğini ve birdaha hiç görmeyeceğinizi sandığınız biri oluyor, bazen de yalnızca bir kez gördüğünüz biri.
bazen içinde esrarengiz bir büyücünün dolaştığı bir rüya oluyor bu özlemi yaratan, bazen bir bakış, bazen bir ses.
ama, o yakıcı ölüm anında, hayatın bütün biçimleri, venedik atölyelerinin cam kuşalrı gibi eriyor, biçimden biçime akıyor, önemli olan her şey önemini yitiriyor, kalabalıkların, konuştukları size anlamsız geliyor, sizin söylediğiniz kalabalıklar için bir mana ifade etmiyor, başkalarından kopuyor ve yalnızca size ait olan bir maceraya atılıyorsunuz.
kimilerine göre iradesizliğinizden, kimilerine göre cesaretinizden, siz de cam ustaları gibi ince bir borudan kendi soluğunuzu üflüyorsunuz hayata, onun şekil değiştirmesine yardım ediyor, kendinizce biçimler veriyorsunuz.
bazen erittiğiniz cam kuşlardan geriye erimiş camlardan başka birşey kalmıyor. hiçbir zaman bir biçime bürünemeyen bir yakıcılık, sizi de hayatınızı da yakarak akıyor.
kimi zaman ise başkalarının biblolarından çok daha güzelini kendiniz soluğunuzla yapıyorsunuz.
bazen ölümden kurtarıyorsunuz bir kadını, bazen hayattan.
bazen onunla ölüyor, bazen de onunla bir hayat keşfediyorsunuz.
nikolay skoblin, casuslar tarihine belki de bir hain olarak geçecek, belki de bir şaşkın olarak.
ama benim tarihim onu kendi kayıtlarına bir kahraman olarak yazdı.
ve bana benimle birlikte birçok insana, bir bahar sabahı bir kadını ölümden kurtarırken ölüme giden yola adımını atan o genç subaydan zor, ama cevaplanması gereken bir soru kaldı.
ben, emrimi bekleyen ölüm mangası bana bakarken o kılıcı indirir miydim?
yoksa "bırakın onu" mu derdim.
siz kılıcınızı indirir miydiniz?
size verdikleri camdan kuşları hayatınız boyunca aynı biçimde taşır mıydınız, yoksa belki de kızgın bir eriyikten başka bişey olamayacağını bile bile o cam kuşları eritir, hayata yeni bir biçim vermek için kendi soluğunuzu ona katar mıydınız?
bir insanı çok istediğinizde ne yapardınız?
kılıcınızı indirir miydiniz?

a.a

güne not



"...çocukluğun kendini saf bir biçimde akışına bırakması ne güzeldi.
yiten bu işte!.."


n.m

13 Nisan 2010 Salı

mor



benliğim'e...

...
kimi kırmızı dedi,
kimi mavi.
mor, yeryüzü gibi,
bir yerde gök mavisi,
diğer yerde kırmızı dibi.
kimi kırmızı dedi,
kimi mavi.
mor, mahşer gibi,
bir yerde cennet mavisi,
diğer yerde kırmızı cehennemi.

mor gibi yedi katı kırmızı,
mor gibi yedi katı mavi olmalı.
yürekler akkor gibi,
hayaller gökyüzü gibi,
her birinden yedişer kat olmalı.

kimi kırmızı dedi,
kimi mavi.
mor, hayat gibi,
bir yerde barış mavisi,
diğer yerde kırmızı savaş âlemi.

kimi kırmızı dedi,
kimi mavi...
...

y.e.k

güne not

kusursuz bir gün,...



12 Nisan 2010 Pazartesi

yeryüzü aşkın yüzü



aşksız ve paramparçaydı yaşam

bir inancın yüceliğinde buldum seni
bir kavganın güzelliğinde sevdim.
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

aşk demişti yaşamın bütün ustaları
aşk ile sevmek bir güzelliği
ve dövüşebilmek o güzellik uğruna.
işte yüzünde badem çiçekleri
saçlarında gülen toprak ve ilkbahar.
sen misin seni sevdiğim o kavga,
sen o kavganın güzelliği misin yoksa...

bir inancın yüceliğinde buldum seni
bir kavganın güzelliğinde sevdim.
bin kez budadılar körpe dallarımızı
bin kez kırdılar.
yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz
bin kez korkuya boğdular zamanı
bin kez ölümlediler
yine doğumdayız işte, yine sevinçteyiz.
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

geçtiğimiz o ilk nehirlerden beri
suyun ayakları olmuştur ayaklarımız
ellerimiz, taşın ve toprağın elleri.
yağmura susamış sabahlarda çoğalırdık
törenlerle dikilirdik burçlarınıza.
türküler söylerdik hep aynı telden
aynı sesten, aynı yürekten
dağlara biz verirdik morluğunu,
henüz böyle yağmalanmamıştı gençliğimiz...

ne gün batışı ölümlerin üzüncüne
ne tan atışı doğumların sevincine
ey bir elinde mezarcılar yaratan,
bir elinde ebeler koşturan doğa
bu seslenişimiz yalnızca sana
yaşamasına yaşıyoruz ya güzelliğini
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

saraylar saltanatlar çöker
kan susar birgün
zulüm biter.
menekşelerde açılır üstümüzde
leylaklarda güler.
bugünlerden geriye,
bir yarına gidenler kalır
bir de yarınlar için direnenler...

şiirler doğacak kıvamda yine
duygular yeniden yağacak kıvamda.
ve yürek,
imgelerin en ulaşılmaz doruğunda.
ey herşey bitti diyenler
korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler.
ne kırlarda direnen çiçekler
ne kentlerde devleşen öfkeler
henüz elveda demediler.
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!


a.y

güne not

nefret eden, tedaviye muhtaçtır. nefretin sahibi, kendi içindeki kötülükle yüzleşmekle iyileşebilir ancak.
kem âlet (nefret) ile kemâlât olmaz.


k.s

günün şarkısı

11 Nisan 2010 Pazar

III.


bir kadın göğsünde kavuşturduğunda ellerini

ne istemektedir.

ne söylemektedir bir kadın.

en fazla yılanlardan istenen aşk

en çok ondan korkulur çünkü.


eski bir dilin gizlediğini

açıklayacak olan kalptir yine de

taşta yer eden

birleşmesidir ruhla yaradılışın


birleşmesidir insanın tanrıyla o sadelikte.

herkesin bir miracı var.

benimki o tepelere yürüdüğümde

bana fısıldanan sözdeydi.

yükselişim kanatlarımı gösterdi bana

ve olmayan isteği hatırlattı.

ne istiyordum?



ne istiyordum taşlarda ilerleyen yaradılıştan.

bir işaret binlerce yıldan

bir işaret aşk olan.


b.m

sana geldim



sana geldim denize giden ırmak gibi
yatağımı değiştirdim dağlarıma kıydım
herşeyi boşladım senin uğruna
dostlarımdan ayrıldım çocukluğumu unuttum
ömrümün her damlası tuzunu sonsuzluğundan aldı
güneşin dağıttı foltlorumu
kanımın düşlerimin çılgınlığımın ecesi
sana verdim belleğimi bir tutam saç gibi
artık yalnız senin karlarında uyuyorum
yatağımdan çıktım perilerimi kovdum
boşverdim nicedir efsanelerime
efsaneler ki onlarda
rimbaud vardı cros ve ducasse vardı
gece yarısı ağlayan valmore
nerval ve ipi vardı
lervantov´u vuran kurşun benim yüreğimden geçerdi
ayaklarınla böldüğün
ellerinle saçtığın yüreğinden
bir zorlu yel gibi ormana tutkun
sabah süpürülüp evden atılan
bütün bir gün görünmeden sabredip
yeniden gelen tozum
sarmaşığım sessiz soluksuz büyüyen
sana bağlı bir sarmaşık sökülüp atılıncaya dek
basa basa aşındırdığın taşım
iskemleyim seni bekleyen eski yerinde
alnının boşluğa bakarken yandığı camım
yalnız sana yönelmiş beş paralık bir romanım
bir mektubum açılıp sonra okunması unutulmuş
tamamlamaya değmez yarım kalmış bir tümceyim
ürperişi çiğnenmiş odaların
geçerken yaydığın güzel kokuyum
ve sen çıkıp gidince mutsuzum aynan kadar
l.a

pazar



...
sen,
sevgili, daima hasretle seyrettiğim
bahçelersin sen. bir kır evinde
açık bir pencere - -, ve sen daha yeni
atmışsın adımını dışarı, dalgın düşünceli
karşılamak için beni. rastgele geçtiğim sokaklar,
sen onlarda az önce yürümüş ve gözden kaybolmuşsun.
ve bazen, bir dükkanda, aynalar hala sersemlemiş
olurlardı senin orada bulunmuş olmandan, irkilmiş
geri verirlerdi benim çok ani hayalimi. kim bilir? belki de
aynı kuş yankılanıyordu içimizden ikimizin de
ayrı ayrı, dün akşam.

r.

10 Nisan 2010 Cumartesi

post- it


palya bea, szepszemü szeretöm


bir çiçek

bir çiçek duruyordu, orda, bir yerde,
bir yalnışı düzeltircesine açmış;
gelmiş ta ağzımın kenarında
konuşur durur.

bir gemi bembeyaz teniyle açıklarda,
güverteleri uçtan uca orman;
aldım çiçeğimi şurama bastım,
bastım ki yalnızlığımmış.

bir başına arşınlıyor bir adam mavi treni
keşke yalnız bunun için sevseydim seni.


c.s

9 Nisan 2010 Cuma

öylesine...


seninle biz hiç kavga etmeyelim

çünkü geyikler kavga ettiğinde

boynuzları birbirine dolanır ve

ölürlermiş...

diyor l.m

aşıklar IV.


kefaluka'daydık. seni seviyordum. hızla geçtik tepeyi. yerlerini almıştı avcılar dağda. sepetini koymuştun. çitlenbikler çiçek açmış mıydı? çitlenbikler çiçek açmıştı. dalını düşürmüştü bir kayın. kayalık ko burnu gibiydi kayalık yüzün. seni seviyordum :eşiğinde fırtınaların, umarsız yıkımların. geçtik uğuldayan denizi. durdu atlılar kendiliklerinden. suda yıkadım ellerimi, kalktım. dağıttım topuzunu. ak kalayla göktaşı yandı söndü gecede. beni anlayasın diye. beni umudun yerine koyasın diye. demirledim sabahımızı. yürüdüm ötesine acıların.


seni soydum.hep yeniden yapma adına seni. yeryüzünü.
o zaman ormanı gördüm.
i.b

güne not


süleymaniye'nin karşısında, tarihin üstünde bağdaş kurup oturdum tespih çekiyorum:

seni seviyorum. seni seviyorum. seni seviyorum."
i.p

8 Nisan 2010 Perşembe

kanunlar


gerçi siz kanunlar koymaktan hoşlanırsınız .
ama koyduğunuz kanunları çiğnemekten daha çok hoşlanırsınız .
tıpkı okyanusun sahilinde durmadan kumdan kaleler yapan sonra da bir vuruşta gülerek yıkıveren çocuklar gibi.
oysa sizler kumdan kaleler yaptıkça okyanus sahile daha çok kum yığmaktadır.
ve yaptığınız kaleleri yıktıkça okyanus sizlere gülmektedir.
ama, kendileri için hayatın okyanus ve kul yapısı kanunların da kum kaleler değil,
ama, hayatın kaya ve kanunların da bu kayanın üzerine kendi beğenilerini işleyebilecekleri birer keski olduğunu kabul edenlere ne demeli ?
rakkaselerden nefret eden topala ne denir ki?
boynuna vurulmuş boyunduruğu seven ve ormanda gönlünce yaşayan geyiği ve ceylanı serseri sanan öküze ne denir ki ?
ve dügün şölenine herkesten önce gelip tıkabasa karnını doyuran, sonra da yorgun düşüp, başkalarına tüm şölenlerin aykırılık ve tüm şölencilerin de kanun bozucu olduklarını söyleyene ne denir ki ?
bu gibi kimselerin güneş ışığında durdukları, sırtlarını güneşe dönmüş olduklarını söylemekten başka ne diyebilirim ki ?
bu gibi kimseler salt kendi gölgelerini görmektedirler ve kendi gölgeleri de kendi koydukları kanunlardır .
ve onlar için güneş, kendilerine gölge dağıtan bir kaynaktan başka bir şey değil de nedir ki ?
bu gibi kimseler için kanunları bilebilmek demek, yeryüzüne serilmiş olan gölgelerine eğilip, onları ölçmek değil de nedir ?
ama ey güneşin ışınlarına karşı ilerleyen sizler, yeryüzünde hangi tasarım gölge sizleri yolunuzdan alıkoyabilir ?
sizler ki rüzgarı arkanıza almış ilerlemektesiniz, hangi rüzgar gülü sizin yönünüzü çizebilir ki ?
sizler insanlığın zindan kapısı önünde boyunlarınıza vurulmuş olan boyundurukları kırsanız, hangi kul yapısı kanun sizi engelleyebilir ki ?
raksederken ayaklarınıza insanlığın demir zincirleri çarpmıyorsa, hangi kanun sizleri korkutabilir ki ?
sizlerin giysilerinizi paralayıp da insanlığın yolu üzerine atmadıkça, kim sizi yargıçların önüne sürükleyebilir ki ?


ey halkım, davulun sesini boğabilir, gitarın tellerini gevşetebilirsiniz, ama hangi biriniz çıkıp da tarla kuşunu ötmekten alıkoyabilir ki ?

h.c

sakın geç kalma erken gel



usulca gir kapıdan, zile basma.
hiç telaşlanma, ben daha dönmemişsem.
yoldayımdır, nerdeyse yokuşun dibinde,
suların kararmasını bekliyorumdur,
tuğla harmanlarından gelen yanık havanın
bahçedeki akşamsefalarına sinmesini.
güç bela dizginliyorumdur içimde
dörtnala sana koşan küheylanları.

bütün gün kâğıttan dağlar arasındaydım,
nabzım ileri giden bir saat gibi işledi durdu.
dilekçeler, kararlar, tozlu makbuzlar:
hep adını okudum silinmiş satırlarda.
pencerede kuleler, minareler, kirli gök.
durmadan kuşlar uçtu bir bacadan.
rüzgâra karışan saçlarını gördüm
bulutlu aynalarda.

balkonun kapısını aç, su ver saksıdaki çiçeğe.
geyikli örtüyü ser masaya, dinlen biraz.
sessizlik şaşırtmasın seni, ürkütmesin.
şehrin gürültüsü dolacak az sonra odaya,
karanlık bir yankıya dönüşecek karşı dağlarda.

c.ç

size bakmanın tarihi


size bakmanın tarihi! siz
bir gonca kadar kendiliğinden
yazılmış olmalısınız
derin, korkunç ve ergen
kalbim, sevdalara sığmayan kalbim
bir dağı içeriyor geçerken
siz o dağa sanki kış
ve sanki bıldır yağan karsınız
umarsız sözcüklere bulanmış

size bakmanın tarihi! siz
bir keteni köpürten yaz
ve inanılmaz
yalnızlıklarsınız: sadece
sizin olan o vahim, o beyaz
ve kuytu gurbet sesleriyle
işlenmiş yazdıklarınız
ve yanık, kavrulmuş dizelersiniz
kimbilir hangi sevdalara dolanmış

size bakmanın tarihi! bir
kalbime güvensem sizi hep
okurdum ben... ama nedense
hep aynı hüzün ve
hep aynı tutkuyla
bakmayı bilmediğimden, ne yapsam
bir ilenç, bir kargış
gibi ardım sıra geliyor şairliğim
o solgun yolculuğa adanmış


h.y

sting - la rossignol

thank you "doctone"...

7 Nisan 2010 Çarşamba

soluksoluğa



uzun, karanlık bir çığlığın da ardına düşebilir insan,
titrek, eğri büğrü bir yazının çağrısına da uyar.
bırakıp her şeyi döner -
aşk bir buluşmadır çünkü,
her zaman gecikmiş bir buluşma.

bitmeyen bir kavuşmadır da aşk -
araya her zaman bir şeyler girer:
bazen kendi sevincinin kanat gölgesi,
bazen nabzın hızı, yüreğin titreyişi,
tüylerin telaşıyla besleniyor gibidir -
araya her zaman bir şeyler girer:
çalışma saatleri, karşılıksız sorular.
nereden bilebilir insan
bunların hepsinin de aşk olabileceğini?

çoğu kez aldatıcıdır da,
bakarsın, herkes onun askeri, onun şehidi.
oysa aşk hiçbir zaman bir yarış değildir ki.
bu yüzden yanılır hep
sayın muhbir vatandaş, köftehor okur, arsız yetkili.
sararmış bir fotoğraf olarak da çıkabilir karşına,
borulu bir fonoğraf kılığıyla da.
bakarsın, ona da dadanmış
gündelik hayatın sosyolojisi.

yeniden duyulur bazen o uzun ve karanlık çığlık.
çağıran o titrek yazı yeniden belirir -
çünkü aşk en eski köprüsüdür Balkanların, en eski.


c.ç

jehan barbur

6 Nisan 2010 Salı

sana geldim..

seni seviyorum diyerek eskitemediğimiz bişey aşk, dönüp sana bakıyorum, seni seviyorum demek bu, sana anlatıyorum, kırlangıçların kanadını, cevizlerden ansızın havalanan serçeleri, günün trafik telaşını, griğini gökyüzünün, çimenlerin arasındaki uç uç böceğini, seni seviyorum demek bu. çocuklar resim yapıyorlar duvarlara, çıplak ayak bastığımız taşlar ısınmadılar henüz, bir şarkı söylüyorum, uyduruyorum sözlerini müziğin üstüne, saksısını değiştirken gardenyanın, toprak oluyor ellerim, yanyana yürürken parmaklarım dokunuyor parmaklarına, tutmadan az öncesinde, al al oluyor yanaklarım... kocaman bir 'seni seviyorum' dan ibaret bütün kelimeler, fırından gelen koku seviyorum dedirtiyor bana konuşmadan, yaşamı konuşturan bişey aşk sıradan kelimelerle, sıradan olmayana uzanan...

şimdi duruyorumda pencere pervazında, yağmur taneleri yağıyor ellerime ve baharın en soğuk günü bugün, ne çok seni seviyorum var cümlelerde...




http://fizy.com/s/1aimcp ( bülent ortaçgil& sana geldim)

5 Nisan 2010 Pazartesi

siz kelimeler


siz kelimeler,
kalkın izleyin beni!..
biz ileri giderken
çok gitmiş olsak bile
daha vardır gidilecek yer
çünkü yol varmaz bir sona.

aydınlanmaz.

kelime,
nasılsa yalnız
başka kelimeleri çağıracaktır.
cümle de cümleyi.
böylece dünya,
kesin bir tutumla zorlar,
ister ki artık söylenmiş olsun.
söylemeyin...

kelimeler, beni izleyin
izleyin ki, son bulmasın
ne bu kelime tutkusu
ne de çelişkilerin yanıtları!..

şimdi bir süre
konuşturmayın hiçbir duyguyu
bırakın kalbin adalesi
biraz farklı çalışsın

bırakın diyorum, bırakın...

en yüce kulaklara bile diyorum
bir şey fısıldanmasın
ölüm için bulma söyleyecek bir şey
bırak ve izle beni
ne tatlı ama ne de acı
avutmasız
ama umarsız da olmayan
ne belirleyici
ne de belirtilerden yoksun...

yalnızca şu olmasın :
toz, toprak içinde imgeler, hece döküntüleri
tek kelime söylemeler...

tek kelime söylemeyin,
siz kelimeler!


i.b