5 Kasım 2010 Cuma

*sadece seninleyken yalnız olabiliyorum



**"olabildiğim, yalnızca, birkaç tümceydi.



yalnızca birkaç tümce olabildim.


birkaç tümceydi yalnızca olabildiklerim"
 
suyun ikiye böldüğü şehirler gibi insanlar, bir parçaları hep kendilerinden çok uzak ama yakın.ne çok isterdim uzun upuzun bir roman gibi yazılabilmeyi, burda otururken yarı karanlık bir masada, suskunken, yada duyulmazken kendimle konuşan içsesim, annemin güncelliği olmamasına rağmen inadım sonucu aldığı siyah beyaz daktiloya kağıt geçirip yazarken, ne çok isterdim. bana ait tüm insanlara baktığımda, yazdığım defterleri, cümleleri, okuyabilme cesareti gösterebilmeyi ve seninle olduğunu gibi sessizlikte hiç konuşmadan sadece nefesimizin tınısıyla anlaşabilmeyi.


rengarenk kalemlerimin durduğu cam kavanoz, beyaz kağıtlar, renkli kağıtlar, hergün dinlemek için çıkardığım üç cd, sabaha övgüyü yazdığım not defterim, çocukluğumdan kalma misketlerim, koca bir kadınken renklerine aldanıp aldığım misketlerim. çantamı boyayan dolmakalemim... artık kütüphaneye sığmayan kitaplarımın üstüste dururken yarattığı gölgeler. bozulmuş bir pikap iğnesinin cızırtısında, bilinmeyen bir süre içinde zamanda yaptığım yolculuklar, ne güzelsiniz. yaptıklarımı düşünürken değil, daha çok yapmadıklarımı, yapamadıklarımı, yaşadıklarım için değil, yaşamadıklarım için üzülürken, kulağımda o çok derinden bir yerden gelen müzikle taşındığım mekanlar, yolculuklarım, kendime gelişlerim...olmayanın acısını çeken bir içe sahip olmak, hani bir mim sanatçısı gibi, elimizde olmayan bir ağırlığı taşımak, üstelik bırakabileceğiniz bir yer yokken, oysa yaşanmışlık öyle mi, koyarsınız kutulara, diğerlerinin yanına.  rüzgarlı bir sonbahar sabahında, havalanırken perdeler çıktığımız yolculuklardan hiç dönmediğimizi tamamlanana kadar kanasak da kırılsakda, tökezlesek de durmadığımızı anladım, durulmuyordu. içte bir yer tamamlanmadıkça durulmuyordu.  birgün bakıp görene dek, bitmiyordu yolculuğumuz. oysa kimse kendi kendine öğrenmiyordu, satın alamıyordu, ben senden öğrenmiştim, bir diğeri de kendine ait olandan öğrenecekti.

suyun, duvarların ikiye böldüğü şehirler gibi dünya, sırtınızı kuzey yıldızına yaslayınca sağınızda kalanlar ölümle bittiğine inanıyor, solunuz yeniden doğulduğuna, sonsuzluğa... ben de ancak böyle çoğalıyordum seninle, kendimi yok etmeden seni içimde varederek. çocukken anlamlarını bile bilmediğim kelimelerle dolu kitapları okurken o kelimelere kafamdaki anlamlarını verirdim. hikayeyi kendi anlatımımla tamamlamak ne büyük birşeydi,düşlemenin bir lütuf mu ceza mı olduğunu bilemeyen senyor borges'le ortak yanımızın  cenneti  kitaplık şeklinde düşleyen ben cümlesi olduğunu ise öğrenmemiştim henüz. sonra atlaslarda elimle dokunduğum şehirlere bakarken, suyun böldüğü şehirleri kayıtsız şartsız hep sevdim. bu şehirler bana benziyordu, bir yanım suyun hep öte tarafı, bir yanım ayın hep karanlık yüzü. televizyonun ekranında akıyordu görüntüler...

bazen seyrettiğim filmler istemesem de içiçe geçerler, bir filmi seyrederken, dokusundan, kokusuna, kıtasına, insanına kadar tek bir ortak noktası yokken bir başka filmle ilgili acı gelir ve çöreklenir yüreğime, ben bazen şarkıları da karıştırırım, içimden bambaşka bişey söylerim, bambaşka bişey dinlerken. " seyretmek aşağıya bakmakla değil, göz hizasında gerçekleşir" diyordu filmde, oysa adam kendi kazdığı mezarında boylu boyunca yatıyordu, göz hizası mı dediniz. bununla da bitmiyordu üstelik,"ölüm varken ben yokum ben varken ölüm yok" deniliyordu ama adam kendi kazdığı mezarında yarım ay'ı seyredip yatarken ölümü düşünüyordu. "i am waiting for the spring to come" diyen türküde iş çığrından çıkmıştı seni beni değil bizi, niwemang'ı ve berlin'i, kimsenin dolunaydan sonra umursamadığı yarım ay'ı aynı anda düşünüyordum. sağım ve solum kucaklarken birbirini birden ayaklarım üşüdü, çok uzakta bir yerde havlıyordu köpekler ve sokak lambaları titreyen ışıklarıyla perdelerden giriyordu. mırıldandım;
***ah sevgilim, nerdeler, nereye gidiyorlar

elin çakıp sönüşü, koşunun hızı, çakıl taşlarının hışırtısı

çektiğim acıdan değil, meraktan soruyorum.





(tıklayın & dinleyin)


* der himmel über berlin
** oruç aruoba
***czeslaw milosz, karşılaşma

şiirin tamamı için; karşılaşma

3 yorum:

deeptone dedi ki...

wenders, piaf, aruoba, milosz, paris, berlin...

eh, bu yakıcı kombinasyonu ancak sen bir araya getirebilirdin. ne metin ama bu arada.

burned my heart yani.

you know how to create an ambiance.
:)

sen bir estetsin.

mesed hanım. dedi ki...

Deep sound'a Marguerite Duras romanlarını öneriyorum ben. 'Bir Kış Günü Öğleden Sonra' başlangıç olarak tam bu yazıya göre...

Teşekkürler.

y. dedi ki...

. deepblueeagle,bazen sadece oturuyorum, o kadar çok şey geçiyor ki aklımdan, insan aklının akışında koşar mı, ben koşuyorum bazen. ve sonra pat diye duruyorum ve herşey üstüste yığılıyor.

.la luna bir yer, teşekkür ederim