13 Ağustos 2010 Cuma

"bu gördüklerim sadece bir kılıftan ibaret. en önemli şeyi gözler göremez.”

satıcının hikayesini dinlediğim sırada


sekiz gündür çölde bulunuyordum ve elimdeki suyun son damlalarını yudumluyordum.

“anılarını dinlemek gerçekten de güzel” dedim küçük prense, “ama henüz uçağımı tamir etmeyi başaramadım. keşke ben de bir su pınarına doğru ağır ağır yürüyebilseydim.

“dostum tilki bana demişti ki...”

“sevgili dostum. Bunun tilkiyle hiçbir ilgisi yok ki!”

“ama neden?”

“çünkü susuzluktan öleceğiz.”

“insanın dostu olması iyidir. ölecek olsa bile. ben tilkiyle dost olduğum için çok mutluyum.”

kendi kendime “tehlikenin farkında değil” dedim.

“ne acıkıyor, ne de susuyor. istediği tek şey biraz gün ışığı.”

küçük prens sanki ne düşündüğümü anlamış gibi:

“ben de susadım. hadi gidip bir kuyu arayalım” dedi. bunun yararsız olduğunu anlatan bir işaret yaptım. çölün ortasında bir kuyu aramak saçmaydı. yine de birlikte yürümeye başladık.

hiç konuşmadan saatlerce yürüdük. karanlık bastırdı, yıldızlar da tek tek belirmeye başladı. susuzluğumun etkisiyle, yıldızlara bakarken kendimi rüyada gibi hissettim. küçük prensin sözleri zihnimde yankılanmaya başlamıştı.

“demek sen de susadın?” diye sordum. ama sorumu yanıtlamadı. sadece: “su kalbimize faydalıdır” dedi.

“ne demek istediğini anlamamıştım, ama bir şey sormam. artık ona soru sormanın hiçbir yararı olmadığını gayet iyi biliyordum.

yoruldu ve kumların üzerine oturdu. ben de yanına oturdum. kısa bir sessizlikten sonra: “yıldızlar çok güzel... çünkü içlerinden birinde, şu an göremediğim bir çiçek yaşıyor” dedi.

“elbette” dedim. sessizce ay ışığının altındaki kum tepeciklerini izledim.

“çöl de çok güzel” dedi sonra.

gerçekten güzeldi. çölleri hep sevmişimdir. bir kum tepeciğinin üstüne oturursun. hiçbir şey görmezsin. hiçbir şey işitmezsin. sadece çölün o sessiz, gizemli ışıltısını hissedersin.

“çöl çok güzel” dedi küçük prens, “çünkü bir yerlerinde bir kuyu gizliyor.”

bense çölün o gizemli ışıltısının farkına varmış, şaşırmıştım. küçük bir çocukken çok eski bir evde otururduk. burada bir hazinenin gizli olduğunu anlatmışlardı belki de. ama bu hikaye evimizi büyülü bir ev yapmıştı.

benim evim, ruhunun derinliklerinde bir sır saklıyordu...

“evet,” dedim, “ne bir evin, ne yıldızların, ne de çölün güzelliğinin nereden geldiği bilinmez.”

“benimle aynı fikirde olmana çok sevindim” dedi küçük prens.

uykuya dalınca, onu kollarıma aldım ve tekrar yürümeye koyuldum. çok duygulanmıştım. sanki elimde çok narin bir hazine taşıyordum. hatta dünyadaki en narin şeydi bu sanki. ay ışığında onun solgun alnını, kapalı gözlerini ve rüzgarda titreyen buklelerini seyrettim. kendi kendime şöyle dedim: “bu gördüklerim sadece bir kılıftan ibaret. en önemli şeyi gözler göremez.”

ona bakarken dudakları aralandı ve uykusunda hafifçe gülümsedi. “burada uyuyan şu küçük prensin beni böylesine duygulandırmasının nedeni, onun bir çiçeğe olan bağlılığı. uyurken bile, bu çiçeğe olan sevgisi tüm benliğini bir kandil gibi aydınlatıyor.”

şimdi daha da narindi sanki. kandilleri çok dikkatli korumalıyız. şiddetli bir rüzgar onları söndürebilir.

böylece yürümeye devam ettim ve gün ağarırken kuyuyu buldum.

Hiç yorum yok: