30 Eylül 2010 Perşembe

28 Eylül 2010 Salı

sabaha not





..çok güzel bir havaydı, kumsaldaydık

al başını git,sabah erkenden çıplak ayakla ve şapkasız

ve bir kurbağanın dili kadar hızlı

aşk yüreğinden vuruyordu delileri de bilgeler kadar..

g.a

geceye şarkı




(tıklayın&dinleyin)

26 Eylül 2010 Pazar

...



severek mektup yazılan bir insanın bile olması ne büyük bir olay, söylenen her sözcüğün anlaşılmaktan öte, yaşadığını, dahası sözcüklere bile gerek olmadan yaşandığını bilmek, güç gibi yalınç bir olgu değil varolmak gibi bir şey.

t.ö


üstüme bir çığ gibi gel-

din kendine kattın beni

eski bir hüzünle




günlerdir eski bir hüzünle çıkıyorum voltaya

(kötüye işaret bu, üstelik yalnızlığa sığınıyorum)

unutup gitmişim ezberimdeki bütün şiirleri

bulutlara bakıyorum uzun uzun, yalnız bulutlara



o uzak kasaba akşamları düşerken aklıma

tecrit'teki yine bir türkü tutturuyor

ey kalbim sana denk düşüyor bütün bu acılar

acılar tek ve mutlak olan bir şeyi anlatıyor



yağmur kuşları geçiyor avludan sürü sürü

dalların hışırtısını duyuyorum, üşütüyor beni

ötede, kentin üstünde bir şimşek çakıyor birden

suretin yansıyor göğe ve her yağmur damlasına



uzak bir anı oluyor her şey, silikleşiyor

ve alnım ateşler içinde, bir tutabilsen

unutup gitmişim bütün türküleri artık

(kötüye işaret bu, üstelik yalnız sana sığınıyorum)



kısa süren hastalıklar vardır ya, işte öyle

geçip gidiyor akşama doğru hüzün bulutu

resmini asıyorum ranzamın başucuna yine

ve bir türkü tutturuyorum günün son çayında

-teslim olmayalım halilim kurşun atalım!

a.t


23 Eylül 2010 Perşembe

LIX.


evet, biliyorum, ey gönlümü verdiğim sevgili, senin aşkındır bu, başka birşey değil|- bu altın ışık, yapraklarda oynaşan; bu avare bulutlar, göğü kateden; bu rüzgar, alnıma serinliğini bırakarak geçen.

gözlerimi kapadı sabahın aydınlığı - işte budur senden gönlüme ulaşan mana. yukardan eğilmiş yüzün, gözlerin gözlerimde, hissediyorum, ayağına temas ediyor yüreğim.

r.t

çeviri: aytek sever

22 Eylül 2010 Çarşamba

özlem



bir gece,

gecede bir uyku..

uykunun içinde ben…

uyuyorum,

uykudayım,

yanımda sen.



uykunun içinde bir rüya,

rüyamda bir gece,

gecede ben…

bir yere gidiyorum,

delice…

aklımda sen.



ben seni seviyorum,

gizlice…

el-pençe duruyorum,

yüzüne bakıyorum,

söylemeden,

tek hece.



seni yitiriyorum

çok karanlık bir anda…

birden uyanıyorum,

bakıyorum aydınlık;

uyuyorsun yanımda…

güzelce.

ö.a

21 Eylül 2010 Salı

güne not

birbirimizden uzaktaydık, akılları bu kadar yanyana çalışan iki kişinin ayrılığı. sıçrayan dalgaların ve rüzgarın sesini  dinlediğimiz bankta oturuyordum, hava patlamak üzereydi seni arayıp  "işte tam burdayım ve deniz tıpkı "ilk bakışta siyah, yaklaştıkça mavi" dedim, üstelik az sonra tam sevdiğin gibi bir yağmur başlayacak, burdan hiç kımıldamayacağım , sahi yok mu oralarda yağmur diye de ekledim.
duraksadın birden, yağmur yok bir sen varsın buralarda dedin bütün mesafeleri silen sesinin özlemli haliydi bu, hayatın içinde yanyana olamadığımız anlarda birbirimizi nasıl düşündüğümüzün işareti.

y.

20 Eylül 2010 Pazartesi

post it



hiçbirşey istememenin mutluluğu *


okumayı bırakıp sokaklara çıktım. sabahın serin havası geçmiş, yumuşak bir bahar havası parlayan güneşle caddeleri doldurmuş. akşam yaklaştıkça güneşin parıltısı güçleniyor. gecenin geç saatlerine kadar sürüyor gün. uzun caddelerde yaşamı o kitapta olduğu gibi yoğun yaşayıp yaşamadığımı düşündüm. aşkı , duyguları özlemleri? yoksa ben yaşanan tüm olayların gözlemcisi, dünyanın, duyguların, özlemlerin, ülkelerin, alışkanlıkların bir seyircisi miyim? belkide gövdenin öldürücü acılarını gözlemci olarak taşımak daha kolay olurdu. peki ama sevinçler ve istekleri ne yaptım? duyguların derinliğinden bir gözlemci olarak kaçtım mı, onların yarattığı akımlarda ben'im tümüyle yer almadı mı ve zaman dışı sessizliğimde yeterince içten değil miydim?
büyük mağazalar  saat beş buçukta kapanıyordu. bütün insanlar birden yok oluyordu.vitrinlerde yüzbinlerce elbise, yüzbinlerce ayakkabı, yüzbinlerce şişe, yüzbinlerce oyuncak donup kalıyordu. boşalan betonun üzerinde parlak ışık kalıyordu geriye. kahvelerde tek tük insanlar oturuyordu. birkaç genç. yüzünü gece güneşine tutan bir yaşlı.
üzerime basınç yapan havanın ağırığı geçti.adımlarımı kolaylıkla atabiliyorum. ışığı denize, kanallara kadar izleyebilirim. kanallar gemilerle dolu.
hep bir yere yerleşmek istedim.peki ama neden hep yollardayım. yaşamım hep bir yerlerde dolanıp durma. yöreleri merak etmiyorum artık. eski kentler, dar sokaklar, eski binalar, yeni caddeler, gökdelenler,kahveler, alış-veriş merkezleri, mac donalds'lar, puplar, bluecinler heryerde birbirine benziyor.görmek, görmek, görmek. artık ilgimi çekmiyor. beni insanlar ilgilendiriyor.ama burada,bu kentte ne bir bağlantı, ne de konuşacak birini arıyorum.
yaşanmışlık düşüncelerimde bir şey arıyorum.acıyı bulamıyorum, yabancılık, özlem bulamıyorum.derin bir sevgi yada ilişki bulamıyorum. hep o gözlemciyi görüyorum, düşüşleri ve çıkışları düzenleyen gözlemciyi.beni, yaşamımı gözleyen, beni fırtınalarla uçuşturan, karanlıkla seviştiren, güneşle doğuran, bulut olarak doğu denizi'ne  yağdıran gözlemciyi. buna yutkunmayı güçleştireni.

...
zaman zaman yorgunum. sabaha uyanıp, istanbul bogazının aydınlanan sularına, karşı kıyıdaki puslu tepeciklerine baktığımda içimi bürüyen yaşam çoşkusu, yokuşu inip, işee gitmek için uğraşmaya başladığım an, silinip gidiyor. otobüslerden acıyla sarkan insanlar. sokakları dolduran sokak satıcıları, şöförlerinin sürdükleri lüks arabalarına gömülmüş, gazetelerini okuyarak önümden  geçip giden işadamları, ülkenin tüm çelişkisini sabahın ilk saatinde yüzüme vuruyor. ve birden yoruluyorum.

....
ne güzel şarkılar var. şimdi çok uzak zamanların, çok uzak toprakların, çok geniş caddelerin yakınındaki büyük beyaz tavanlı odada çok güzel şarkıları var. henüz yüksek ağaçlar yapraksız. eksi ondereceye varan soğuk günlerde kıpkırmızı bir kış güneşi parlıyor. erkenden çıktığım sabahlarda, biraz ötemdeki köprünün üzerinden geçerken, aşağıda sıra sıra uzayan tren yollarına bakıyorum. tren raylarını hep sevdim. tren raylarının bitiminde fabrika bacaları tütüyor. sabah sekize doğru, bacalardan tüten dumanların gerisinde kırmızı, soğuk kış günü güneşi doğuruyor. doyumsuz dünyamı avucumun içine sıkıştırıyorum. herşeye hazırım. hastalığa.yalnızlığa. aşka. gitmeye. kalmaya.

t.ö

*herşeyin sonundayım.

17 Eylül 2010 Cuma

23.

...

koltuktaki adam hala rüya görüyormuş gibi yavaş yavaş aynanın içine gömülüp hareketsiz kalmıştı.haline bakılırsa üstüne çöken yorgunluk gitgide ağırlaşıyordu. hani gözleri aynadaki görüntüsüne takılmasa belki yeniden uyuyacaktı.hem de bu kez motosiklete binecekti rüyasında; pat pat sesleriyle aşıp dağları ovaları geçecek ve bir yerlerde, unutulmuş köylere ulaşacaktı. ola ki oralarda bekleyenler vardı onu, yolunu gözleyenler, yüzünü düşleyenler ya da daha önceki gidişlerini anımsayarak birbirlerine fısıltıyla anlatanlar vardı.

"benim gitmem gerek" dedi bir ara.
gene de ben, bunu gerçekten söyleyip söylemediğinden pek emin değildim.işittiğim ses, uzaklara ait cılız bir sessizlikti çünkü; bulanık bir tümce okumuştum yada hayal meyal silik birkaç sözcük görmüştüm. belki de koltuktaki adam benim işittiğim sandığım şeyi yalnızca düşünmüştü de henüz söylemmişti. artık soluğumu tutmuş, aynı sözü yeniden duyabilme beklentisiyle yüzüne bakıyordum.

"benim gitmem gerek" dedi tekrar.
"nereye?" diye sordum hemen.
aynadan uykulu gözlerle yüzüme baktı.
"ne nereye?"
"gitmem gerek dedin ya?"
gülümsedi birden.henüz fark edemediğim bir durumla alay ediyor gibiydi.
"ben" dedi, "öyle birşey demedim"

şaşırmıştım.birkaç dakika önce rüya gördüğünü idda etmem onu öfkelendirmişti herhalde; şimdi aynı yolla benden intikam alıyordu. çünkü işittiğim şeyden emin olmadığımı görünce gözlerinden belli belirsiz bir sevinç ışıltısı geçmişti.

"sen gitmem gerek demedin mi?" dedim tekrar.
"hayır" dedi, "demedim."
"peki, bana son kez ne söyledin?"
"belki de şu an konuştuklarımız bir rüyadır dedim."

susmuş, neyapacağımı bilmeden aynaya bakıyordum. oysa o, sabunu pul pul dökülmeye başlayan yüzüyle hala gülümsüyordu. anlaşılan intikamını aldığından emindi.

...

h.a.t

güne not


ah, okumaya başlamadan önce
çiçeklere su vermek lazımdır.

m.c.a

15 Eylül 2010 Çarşamba

yeniden doğuş



tüm varlığım  karanlık bir ayettir benim
seni,
kendinde tekrarlayarak
yeşermenin ve çiçeklenmenin sonsuz gündoğumuna götürecek.

ben bu ayette seni ah çektim, ah
ben bu ayette seni
ağaca, suya ve ateşe aşıladım!

hayat belki
bir kadının hergün filesiyle geçtiği uzun bir caddedir
hayat belki
bir urgandır, bir adamın daldan kendini astığı,
hayat belki
okuldan dönen bir çocuktur,
hayat belki
belki,
iki sevişme arası rehavetinde yakılan bir sigaradır
ya da yoldan geçen bir yabancıya
şapkasını kaldırarak anlamsız bir gülümseyişle
"günaydın" diyen bir adamın
şaşkınca geçişidir karşı kaldırıma.

hayat
bakışlarımın senin gözbebeklerinde
kendini paramparça ettiği
o tutuklu andır belki
ve bakışımı
aydınlığın ve karanlığın algısıyla
karıştıracağım duygusu içindedir

yalnızlık boyutlarındaki bir odada,
tek aşklık kalbim
kendi mutluluğunun yalın bahanelerine
saksıdaki çiçeklerin güzelce soluşuna
ve senin evimizin bahçesine diktiğin fidana
ve bir tek pencere için öten kanaryaların şarkısına
bakıyor.


ah..
budur benim payıma düşen,
budur payıma düşen benim
budur,

bir perdenin asılmasının benden aldığı gökyüzüdür,
benim payıma düşen, terk edilmiş bir merdivenden inmek
ve yalnızlık içinde yokolan birşeye ulaşmaktır
bana  düşen anılar bahçesinde hüzünle dolaşmaktır

ve "ellerini seviyorum"
diyen sesinin hüznünde ölmektir.


ellerimi bahçeye dikiyorum,
yeşereceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum
ve kırlangıçlar mürekkepli parmaklarımın arasında 
yumurtlayacaklar


küpeler takacağım kulaklarıma
ikiz iki kirazdan
ve tırnaklarıma yıldız çiçeği yaprakları yapıştıracağım
çocukları bir zamanlar bana aşık
bir sokak var orada
aynı dağınık saçları, ince boyunları ve sıska bacaklarıyla
o çocuklar,
bir gece rüzgarın bizi alıp götürdüğü
küçük bir kızın masum gülüşlerini düşünüyorlar

bir sokak var
kalbimin
çocukluğumun mahallelerinden çaldığı


zaman çizgisinde bir oylumun yolculuğu
ve bir oylumla gebe bırakmak zamanın kuru çizgisini
bir aynaya misafir gidip dönen
bilinçli imgenin oylumuyla


ve işte böyledir,
birisi ölür
ve geride kalır diğeri
hiçbir avcı,
çukura dökülen hor bir arkta
inci avlamayamaz

ben hüzünlü küçük bir peri biliyorum
okyanusta yaşayan
ve yüreğini tahtadan bir neyde
usul usul çalan
küçük, hüzünlü bir peri
geceleri bir öpücükle ölen
ve ağarırken gün bir öpücükle yeniden doğacak olan

f.f

13 Eylül 2010 Pazartesi

güne not


güneşe yenilip vaktinden önce sararan yapraklar, vakti geçmiş bir hasadın ardından anızların etrafı yanık kokusuna boğan dumanı, mısır tarlasında koşturan elleri kirli çocuklara bakıyorum kısık gözlerimle, yol çizgilerin geride kalmışlığına inat, kıvrılarak yukarı çıkan dağ yolunun görünen kısmında tek tük araba sesleri...

gidip gelen radyo frekansları arasında bir adam, yüzümde yüzünü görmek istiyorum diyor, şarkı yarım kalıyor bitimsiz yollarda, oysa bitmeyen sözlerimiz var birbirimize, bir bakıyorum günler kısalmış...

sarının her tonu maviye karışıyor, biliyor musunuz, sarı güller ayrılık demek değildir.

y.

(tıklayın&dinleyin)

7.



ilk buluşmalarımızdan birinde, sana şuna benzer birşey söylemiştim:-

"şimdi yapmamız gereken, yalnızca ikimize özgü, bir yeni dil geliştirmek, kurmak, yaratmak - öylesine ki, bir üçüncü kişi, bizim birbirimize söylediklerimizi işitecek olsa, bunlardan hiçbirşey anlamasın."

sen, o herzamanki, kavramaya çalışan, hayretli bakışınla bakmıştın yüzüme - çok sonra da, ilişkimizde  epey ileri bir noktaya geldiğimizde, bana, bu söylediğimi anımsatıp, "o gün ne kastettiğini anlamamıştım; şimdi anlıyorum" demiştin.

gerçekten de, sonradan bizim birbirimize iletilerimizi raslantıyla işiten birileri olmuştu; söylenenleride tamamen yanlış anlamışlardı.

( ey okur: sen de aklından çıkarma, burada yazılmışları okurken : yanlış anlaman işten bile değil; hatta, doğru anlaman, neredeyse, olacak iş değil ...)


o.a

10 Eylül 2010 Cuma

kesişme


o görünüm ânından; o, anı olan andan sonra, yeniden kesişmiş midir yollarımız, kendi ayrı yollarını yürüyen iki kişi gibi, diye düşünürsün: o caddede? şu sokakta? belki, o, her sabah tepeye tırmanırken, sen yokuştan aşağı sapmışsındır; geçmişsinizdir birbirinizin yanından __ ya da ____ bir şehirden bir şehire aynı zamanda göçmüşsünüzdür, iki gezgin gibi __ ama, birbirinden habersiz...iki harita kurarsın kafanda: zamanda ve uzamda, ikinizin gidiş-gelişlerini saptayan __ şu kadar yıl ve o kadar yol içeren iki harita... üstüste konduklarında __konabilselerdi__, bilmeden ve bulamadan birbirinizin yanından gelip geçip gittiğiniz yerleri, ulaşamama ve dokunamama noktalarınızı belirleyebilecek...öncesini bile ___ama __ bilemediğindir, o yerler; o noktalar, dokunamadıklarınız...

dokunamadığın noktalardan gelir yaşamının anlamı.
o.a

9 Eylül 2010 Perşembe

yüzün




eskimiş bir konsolun
çatlak aynasında durmadan,
bir buluttur mehtabı inatla kovalayan.
bir hüznü yansıtan alnının ortasında,
yüzün müdür acaba yolumu dolaştıran?
acının bu solgun haritasında,
kendime yeni duraklar bulduğum.
ulaştığım ıssız dağ doruklarında
yüzün müdür hep sorular sorduğum,
bakışının titrek aydınlığında?


aslında ne bulunur bir gezginin yanında
kendi yüzünden başka,
hüzünle bileyen direncini.
bir suyun ürpermiş aynasında
apansız gözgöze geldiğim.
ayakları ayaklarıma bitişik
kımıltısız bir gövdeyle rüzgârın sildiği.
bir bulup bir kaybettiğim

yani bir gezginin hep gittiği,
senin yüzün benim yüzüm değil mi?

m.a

8 Eylül 2010 Çarşamba

güne not



mevsimsizlik belkide
çalı ve çülüyü yaparken sahilde yada yazarken kahve fincanlarına ismimi değişmiyor hiçbirşey
geniş zamanda durmaya bedelli yaşamımız
sen uzun bir bakışın ardından öperken alnımı
saçlarımın kokusu kalıyor ellerinde
yavru kediler büyüyor yazlık balkonlarında
kırlangıçlar başka bir sınıra göç ediyor ve yağmurları başlıyor memleketimin


(tıklayın & dinleyin)

7 Eylül 2010 Salı

1 Eylül 2010 Çarşamba

güne not


yağmur yağarken önce sesini kaydediyorum, sonbaharın ilk yağmuru nasıl da coşkulu, çok uzun zaman sonra sahibini görmüş köpekler gibi, damlalar yarışıyor birbiriyle, oysa ölmeye yağmıyor muydu bütün yağmurlar. plajın kumlarında ayak izlerim yağmura yeniliyor, sabahın ıssızlığına eklenen yağmur, eylül ben geldim merhaba diyor. ve sonra bırakıyorum kendimi sulara aklımda hep o çok bildik "bebe" şarkısı...
yağmuru suyun içinde hissetmek gibisi var mı, sular sulara karışıyor, yaşam yaşama, yaprakların üstünde salyangozlar silik izlerini bırakırken, silinmeyen duyguları düşünüyorum.

"denizin yumuşak sesinde
yere düşen bir yağmur damlasını teneffüs etmeye döndüğümde
bu beden üzerine ve ıslanacak
bende büyüyen en mükemmel (özler)
ve gülmeye

ve her gün bir an seni düşünmeye dönmek "

y.