ama nedir kusursuzluk? kime göre?
26 Şubat 2011 Cumartesi
...
i remember that time that you told me, you said
love is touching souls
original by joni mitchell
je me souviens
(tıklayınca açılır youtube'nin kapısı)
hatırlıyorum..şunu,bunu, onu... hatırlıyorum evet, bir bilmece gibi değildi aklımdan geçişi, hatırlatma gibiydi daha çok, kapının altından atılan zarftan çıkması gibi mezuniyet davetiyenizin. birden üst raftan düşen albümden saçılanlardı hatırlamak denen şey. ne zamandır unutmayı kendine kurtuluş ilan eden zihnimin dönüşüydü. elimde resimleri saça saça yürürken masanın üstüne, aynada yüzümle karşılaştım. sararmış, kızgın, kırgın, umutsuz bir yüz görmeyi beklerken, yanaklarım ilk kez öpülmüş gibi al'dı ve titriyordu ellerim komadan uyanmışcasına. "yalnız yaşayan insanların, kendi içlerinde başlayıp biten eğlenceleri vardır." diyordu atay ve ben bir lunaparkın aynı anda hem atlıkarıncasına biniyordum hem korku tüneline. gözyaşlarımı elimin tersiyle silip pencereyi açtım, kar taneleri perdelerle birlikte içeri uçuştu... kendi hayatımda bir anın karküresi olmuştum. bazı fotoğraflar rüzgarın etkisiyle uçarken artık ağlamıyordum, tuzlu gözyaşlarının izlerini sevmiyordum mutlu fotoğraflarda... üstelik bilmiyordum havalanan kar tanelerinin yeni yeri neresi.
ama artık ben orada değilim,
ya da şimdiden
yağmurunu dökmüş bir bulut hafifliğinde,
karanlığın sessizliği
sessizliğin bize düşen mutluluğu içinde
geceye not
( tıklayınca açılır youtube'nin kapısı)
tarçınlı sert küba karışımına, bir çay kaşığı çekilmiş fındık ekleyince ortaya çıkan kokunun bir adı yok. hani bugün cuma, çok da farklı değil diğer yaşanmış günlerden. kimbilir belki de “şunu anladım ki yaşamanın her türlüsüyle, yazmanın her türlüsü arasında kapatılmaz bir uçurum uzanır. yaşayabilenler yaşar, yaşayamamanın acısını çekenler de bu acıyı yazarlar." diyen faulkner haklıdır. oysa tam şu an başlayan şarkı bunu yalanlar gibi, "hep aynı öyküyü yeniden anlatmaktansa yaşadığımızın adı nedir diye sormaktansa kalktım sana geldim" diyor, demek ki yaşanırken de yazılıyor. yağmur aralıksız yağıyor, denizin kokusunu çok uzaklara taşımak için camlarda yağmur damlalarının şarkısı... aslında birkaç tane de jehan dinleyin istiyorum .
umulmadık bir gün olabilir bugün
bir çeşme gibi akabilir cumartesi
çığlığındaki sessiz harfler..
derken c.s, ortaçgil düşüyor tınısıyla yine, sen diyor... ömrüm aşk, hayat, kitaplar, roman kahramanları, konuşan binalar ve elleri büyüyen bir çocukla geçiyor. gölgeler uzuyor, kısalıyor ve birden geceyarıları yüreğinim yollara düşerken, içimde ıssız dağların çam iğnelerinin fısıltısı...
25 Şubat 2011 Cuma
is there such a thing as eternity?
(tıklayınca açılır youtube'nin kapısı)
*
uzanıp usulca dokundum güneşli günlerin yüzüne, kimsenin görmek istemediğini, yağmura, geceye ve cuma'ya rağmen gördüğümü bilerek. bazen hayat baktıklarımızın çok ötesinde giderken, çıkmaz sokaklarda değil ara sokaklarda soluklanıyoruz. kaldırım taşları, eskimiş tabelalar,kırık camlara, sırrı tükenmiş aynalara yansıyan suretlerimiz, numarası dört olan evler ve bizden habersiz yanımızdan geçenler.. hey siz, az önce omuzunuzda duran saçınızı uçurdu bu ani rüzgar, neden bu kadar hissizsiniz. yaşamı neresinden tutuyoruz hiç düşündün mü, neresinden tutuluyoruz yaşama ve ne için...
*
duygulu bir anda büyüttüğümm..
-şaşırdığım-
şiirlerden, eskimez güzelliklerden,
suskun tükenmez gülümsemelerden
-kaçırdığım-
katmer-katmer ördüğüm
bir sevi taşıdım sana.
solmaz renkleriyle bir çiçek.
-kurumuş-
saçların rüzgarla dağıldığında
göğsüne gölgesi düşecek
-olmuş-
gözlerin buğulanıp daldığında
seni hep ikiye bölecek.
biri uyurken biri uyanık,
-sana-
benim suskularıma dalacak..
kendini arayacaksın bahçemde
-bana-
birbirine bakan iki heykelce,
ikimiz karşı karşıya olacak.
karşımdakinin karşısında sen,
-iyi+kötü-
ikisi de sen, ikisi de sensin..
bir sevide ikiye bölünensin.
-acı+ölü-
sen hangisini istersen
hep biri senin, öbürü onun olacak.
biraz daha çaba, hiç yakin
beyni gömeceğiz yarın
güzel giysilerim var benim aylar rengidir, kanlar rengidir
çekemeyenlerin gözünde bile, deseler demeseler güzeldir
ben sakladıkça giyinirim, gösterir, süslenir giyinirim
gözlerime gelince, ne zaman gözlerim dense
aklına
dudaklarım
gelir
gün ortası konuşulanlar üstüne
(tıklayın & dinleyin)
peki, neyi seversin öyleyse sen, olağanüstü yabancı?
-bulutları severim...işte şu...şu geçip giden bulutları...eşsiz bulutları!
c.b
*photo by ebru ceylan
...
evet, bu dünyada bizi nutellayla öldürmeye çalışan birileri var... nutellanın kendisi yeterince arzu edilir değilmiş gibi, şimdi de elimize bunu verdiler. o zaman bu şarkı bizden size gelsin adam levin hepimiz için give a little more' u söylesin...
gerçeklerde düş var, düşler gerçeklerde....
(tıklayınca açılır youtubenin kapısı)
yağmur kesintisiz, ince ince yağıyor, eskiler olsa ahmak ıslatan derlerdi. galata görünüyor sokağın başından üstelik adamakıllı ıslağım. kırmızı botlarımın üstünde kırmızı damlalara dönüyor yağmur, sular nasıl da kendini saklıyor. soğuk yüzümü yakıyor, hatta burnumu hissetmiyorum, ona dokunan parmak uçlarım için durum daha vahim. biri şu istanbulu sıcak ama yağışlı kıvama getirebilir mi değil tam da böyle, beden hissizleşiyor ama kalbim deliriyor hissetmenin tepesinde en tepesinde dolaşırken. sıkı giyin deyişin çınlıyor kulağımda, lahana gibiyim işte diyorum. duymuş gibi buluyorsun telefonda beni. sesim soğukla titriyor, yüzüme çarpan rüzgarı duyuyorsun. rüzgarda donuyor, sesinin tınısında ısınıyorum. telefonum kapanıyor. sırtımda benden yüzyıl önce yaşamışların soğuğu. neden taşların bile önce yüzleri dökülüyor diye merak etmiyor gece yarıları hiçkimse. geçiçi bir süreliğine yolda duran bir arabanın motoruna girmeye çalışan kediyle kavga ediyorum, dizlerim yerde ıslanıyor, kedi bana tıslıyor. galata kulesi, doğan apartmanı, laleli çeşme, tünel derken karışıyorum hayata, kırmızı balık tam karşımda duruyor, okumak koklamak istediğim kitaplar ömrümden uzun, iki kısaltıyorum içlerinden. mutlu, sanki gün ortasında yaz meltemine yakalanmış gibi seviniyorum. asmalının kedisi safinaz bacaklarımda. elinde sümbüllerle yürüyen kadına gülümsüyorum, sarı saçları yağmura yenik, omuzlarında.nerden geliyorsa ibrahim tenekeci aklımda, düş ve dua... üstelik şarkılar da hiç insaflı değil....
15:48
24 Şubat 2011 Perşembe
who wants flowers when you're dead? & geceye not...
(tıklayınca açılır youtube'nin kapısı)
"...ne zaman konuşmaya kalksam söylediğim şeyleri aslında kast etmediğim şeylere dönüştürüyorsun..." cümlesindeki en acıklı yan hangisi?
üstelik gece alabildiğine uzuyor, tıpkı kıvrılan dağ yollarının sessizliğinde...
23 Şubat 2011 Çarşamba
geceye not
do you believe
in what you see
there doesn't seem to be anybody else who agrees with me
do you believe
in what you feel
it doesn't seem to be anybody else who agrees with me
şimdi uyurken herkes sıcak yataklarında, yağmurla konuşanlara bir diyeceği var gökyüzünün... kimse uyanmasın deye, küçük fısıldaşılan kelimelerle.
"...bir ev, küçülür, büyür öbür evlerle
oysa içinde ilk akla gelen yaşamaktır
yaşanılır diye düşünürken düşüncelerle..."
22 Şubat 2011 Salı
21 Şubat 2011 Pazartesi
en güzel yerinde evin, diye değil...
bir sevdiğimizden diğerine çıkıyor hayat, zincirleme kazalar da ellele tutuşuluyor. bir şiirin peşine düşüyorum, aynı anda bir şarkıya çarpıyor içim. bir çiçek alıyorum , tam da şuraya koyuyorum, evin en güzel yeri diye değil. üstelik bu şarkıda karanlık hurda bir eşya diyor, bense yaşanacak aydınlık bir bahar peşindeyim. sahi, hiçkimse bilmiyor ama en güzel yazı olacak ömrümüzün...
(ekmek vardı tereyağı vardı utanılacak bir şey yoktu
bir şey daha yoktu ama kavrıyamıyordum)
işte böyle olmak en iyisidir olmakların
bir küçük çocuğu tuttum otobüsten indirdim
(indirmiştim
yok olan önemli bir şeydi allah kahretsin)
tüm kavgasız tüm duruk tüm başıboş
üç sayı kötü bir sayı iyi şiir dinledim
çıkıp okudular durup dinledim
bitmeseydi daha dinlerdim kötü mötü
saat kaç diye sordular birisi beş yani dedi
(ha kavgada ha aşkta
bu gök bomboş ha kavgada ha aşkta)
göğe baktım yerli yerinde
haydutlar dalavereciler yerli yerinde
vurguncular hayınlar vurdumduymazlar öyle
iyi dedim içim rahatladı
düzen bozulmamış dedim sevindim
tenhaca bir bölgelerinden şehre girdim
(ben herkese varım
başka türlü olmuyor inanmayın)
bakın bu şehri ben kurdum ben büyüttüm ama sevemedim
(ekmek vardı tereyağı vardı söylemiştim önemlidir
utanılacak bir şey yoktu kime anlatmalıyım)
ben sevemezsem sevmek kimselerin elinden gelemez
bizi tutkulara çağırdı otobüse sosise buzdolabına
telefona sinemalara radyolara bir sürü kancık sevdalara
sürü sürü mutsuz alışkanlıklara
yalana dolana itliklere keten elbiselere
(sonra karısı öldü o çocuğun
yalnızdı güçsüzdü herkesler gibiydi
kirlendi kötülendi sarhoşladı pis karılara dadandı
anladık onu ölenden başkası kurtaramaz
ölen de kurtarmamıştı)
bak ben seni nerenden kurtaracağım şaşacaksın
şimdi bu taşları biz çektik değil mi ocaklardan
bu asfaltı biz döktük biz onardık değil mi
bu yapıları oniki kat yapmak bizim aklımızdı
biz kurduk istersek umursamayız ya
(abluka burada başlıyordu çünkü)
ekmek yiyelim tereyağı yiyelim çocuk büyütelim
sen beraber yatacağımız yatakları hazırla
sen bir onu yap yeter bak göreceksin.
t.u
gouttes d'eau sur pierres brulantes
(tıklayınca açılır youtube'nin kapısı)
acılarının iç açılarını topluyorum, çok büyük çıkınca korkuyorum matematiksel yanlışlarımın gözyaşlarına sebeb olacağını düşünürek. insan kendinden önceki acılarla başa çıkmayı nasıl öğrenir, bakıp bilmek istiyorum google'a. havanın soğukluğu berraklığı demek, bir gece yarısı içimizi döktüklerimize hayatımızın en önemli sırlarını verdiğimizi bilmeden atlayıp geçiyoruz çoğu kez. farkında olmadanöylece durup orada tam da olunması gerken yerde, soluklandım, sırlarımı anlattım, sırlarını dinledim. hiç yaşanmamış gibi anları atlamakta üstümüze yok, oysa bildiklerimiz acıtmıyor mu kalbimizi. insan sevdikçe yaşamın yarattığı tahribatı dokunup alıvermek istiyor ama bu yapılamaz, sadece hafifletilebilir. acı eskir, hafifler, unutabilecek kadar kutsal değiliz hiçbirimiz. unuttuk sandıklarımız bir gece yarısı dökülen bir bardak şarapla, çalan bir melodiyle, yanımızdan geçen bir kokuyla dikiliveirir önümüze. öylece kalakalırız. öylece, bildik bir his yalarken içimizi, durur ve geçmesini bekleriz, binlerce volkan aynı anda patlarken, görürken hep aynı kara kediyi, kalp krizi gibi.
sadece masa, masanın üstünde dumanı tüten kahve fincanına uzanırken gördüğüm çizik üzerine düşündüklerime şaşıyorum, elimi o çizikte gezdiriyorum, şimdi o çizik yıllarca silinip, kullanıldıkça dolacak. bir zaman sonra çizildiğini bile anlamayacak hiç kimse, oysa yaraladık masayı çoktan. hiçbirşey onarılmaz, herşey kendini yeniler eskirken. kışı eskiten bahar gibi, şimdilik yeni doğmuş kediler yok ortalıkta. yakın, çok yakın zaman, yeşil çimlere, badem ağaçlarına, şımarık eriklere çok yakın. eskitmek için hazırız, yenilenmek için, ellerimiz, yüzümüz, saçlarımız hazır. kırılıyor aynalar, kırılıyor kar,yağmur, kırılıyor erirken sular, kırılıyor eskittiklerimiz bir daha ki sefer için. hazırız kışı öldürmeye...
sular kayboldu büyüde, büyü tüldü tül
siyah, kendini gösteriyor, kapanır
yalnızlık dizlerine... gel, gömül
tenine... o tenin ki, zaman’dır...
maide ve siyah, olur elbet, kınından
çekilir gibi yollar... sularda ayna sesi!
âh, gökler bıkar gider kendi erguvanından;
bir aynaya dönüşür ötekinin gölgesi...
ve siyah... ayna düşer! aynayla birlikte
herşey kırılır!
ne kalır geriye aynadan, söyle, ne kalır?
geriye kalan âh, sadece yalnızlıklardır...
aynalarmış gibi yapan aynalar!..
sır biziz, aynalar sırrolacaklar...
h.y
there's a fire starting in my heart,reaching a fever pitch and it's bringing me out the dark
hayatta çok geç öğrendim, yolunu kaybetmeyi bir ormanda; büyülenmiş bir aşkla, dolaştım durdum, sevdiğim şehirlerin sokaklarında
ithaka'ya doğru yola çıktığın zaman,
dile ki uzun sürsün yolculuğun,
serüven dolu, bilgi dolu olsun.
ne lestrigonlardan kork,
ne kikloplardan, ne de öfkeli poseidon'dan.
bunların hiçbiri çıkmaz karşına,
düşlerin yüceyse, gövdeni ve ruhunu
ince bir heyecan sarmışsa eğer.
ne lestrigonlara rastlarsın,
ne kikloplara, ne azgın poseidon'a,
onları sen kendi ruhunda taşımadıkça,
kendi ruhun onları dikmedikçe karşına.
dile ki uzun sürsün yolun.
nice yaz sabahları olsun,
eşsiz bir sevinç ve mutluluk içinde
önceden hiç görmediğin limanlara girdiğin!
durup fenike'nin çarşılarında
eşi benzeri olmayan mallar al,
sedefle mercan, abanozla kehribar,
ve her türlü başdöndürücü kokular;
bu başdöndürücü kokulardan al alabildiğin kadar;
nice mısır şehirlerine uğra,
ne öğrenebilirsen öğrenmeye bak bilgelerinden.
Hhç aklından çıkarma ithaka'yı.
oraya varmak senin başlıca yazgın.
ama yolculuğu tez bitirmeye kalkma sakın.
varsın yıllarca sürsün, daha iyi;
sonunda kocamış biri olarak demir at adana,
yol boyunca kazandığın bunca şeylerle zengin,
ithaka'nın sana zenginlik vermesini ummadan.
sana bu güzel yolculuğu verdi ithaka.
o olmasa, yola hiç çıkmayacaktın.
ama sana verecek bir şeyi yok bundan başka.
onu yoksul buluyorsan, aldanmış sanma kendini
geçtiğin bunca deneyden sonra öyle bilgeleştin ki,
artık elbet biliyorsundur ne anlama geldiğini
ithakaların.
k.
*çeviri;cevat çapan
su
ah sudur.
bir gün, bir uzun gün bir aynanın önündeyim
kirpikler ve saçlar bitti
gövdem duvara sürte sürte inceltilmiş bir nesne gibi
dalgın ve uzun
uzun ve sisli
ben ki gövdemle tattım gövdemi, iyi bilirim
bir hurma, bir başdönmesi
kokusu başdönmesinin
güzel kaplar aldım bu yüzden, ne kadar güzel kap varsa aldım
bilmek için suyumu
ve hazırlıklı değildim ve bildim
ben suyun bir dakika durduğu
durunca boğulduğu bir yerdeyim.
bir kilimi yere sermek kadar güzel ne var
sonra püsküllerini düzeltmek kadar
ya sofraya dilim dilim kesilmiş bir domatesi koymaktı görkem
kamyon sürmek yükünü bilmeden
ve ikimiz bir akşamüstü sırasında
ve akşamüstünün Anadoluya giden bir otobüs gibi kalkması sırasında
dağlarda, tarlalarda, köprü altlarında
sazların, taşların yosunların arasından geçerek
bir akik gibi yansıyaraktan hem de
kırmızı bir karpuzun doğum sancısına
su akar ben akarım
ben akarım su akar
vakit yok bakışmaya
günlerden suya.
e.c
20 Şubat 2011 Pazar
uyanıyoruz yeryüzünü okşarken parmakların
durup dinliyorum evrenin bütün seslerini, sulara takıyorum bu günlerde, göç yollarına... durağan ve kaybolmayan aşka bakıyorum. hava soğukken kızaran yanaklarıma, içimin sıcaklığına bakıyorum. deniz fenerlerinde oturuyor martılar, balıkçılar çoktan dönmüş, ağlar tamir olmuş. teknenin arkasında ısınan şarabın sıcaklığı, plastik bardaklarda olması değiştirmiyor hiçbirşeyi. herşey öyle güzel ki, arada sırada yağan- duran yağmur altında.ellerim buz, yanaklarım sıcak, saçlarım ıslak. içimizi hava ısıtmıyor biliyorum, içimiz aşk, içimizi evren, içimizi bu dünya ısıtıyor. içimizde hayat, koşuyor gümbür gümbür.
uyanıyor yeniden gül farkında mısın?
uyanıyoruz yeryüzünü okşarken parmakların
sen bir ağaç olmanın önsezisiyle yeniden
ve ben gövdene yeniden rüzgar olmanın
19 Şubat 2011 Cumartesi
geceye not
sesin çağrısı bu gelip geçen
kal onunla
kal onunla
kal onunla
birbirimizi bundan fazla sevemeyiz
burada
yürüyüp gittikçe
takip ettikçe
evet,onunla da onsuz da
her ne ise
her ne ise gelip geçen.
a.g
just a little bird
( tıklayınca açılır youtube'nin kapısı)
gece... ve pusunu aklayan ay'da karanlık mavi, içimizde şimdi ulaşamadığımız dehlizler, birgün bir yerde bulunca kendi haritamızın izini... kuşlar göçerken aynı yolu izler, hiç düşündün mü göçleri?
her şey kendinin âhı
toprak
taş
duvar.
topragi ve taşı
göğee taşıyan duvar
biliyor
kulelere cevabı yok göğün,
sonsuzluk ay gibi
esirgiyor kendini dunyadan.
bejan
18 Şubat 2011 Cuma
pera'nın eski bir sokağında
eski bir albüm geçiyor elime, eski bir kitap, saçlarım daha kısa, kahverengi üstelik, hiç yaşlı hissetmemişim kendimi, hatta o yaşa çakılmışım gibi alaycı bir gülümseme yüzümde, öyle eminmişim ki herşeyi bildiğime bu hayatta.... arkamdan kahkaha atan hayatı, dağılan kırılan vazoları es geçmişim. bülent ortaçgil'in albümü elimde, çetin altan bir kitap yazmış, taksim de yürürken almışım, eteklerim alabildiğine rüzgarlı... bol kahkahalı günler de yaşamımız, daha henüz eksilmemişiz, daha henüz sevdiklerimiz çok uzak ülkelerde yaşamaya karar vermemiş, daha henüz ölümleri yaşayıp titrememiş içimiz, yerine koyamayacaklarımızdan haberimiz yok, ne büyük mutlulukmuş kayıpsız sarılmak yaşama.
bir cuma... elimde susuz rakı kadehi, bir başka kitabı anlatıyorum, ara sokaklarda gezerken yakalanan hayatları, başka bir gözün gördüğünden öğrenmeye çalıştığım yollar, yüzler, hayatlar, saçıma bir çiçek takmışım nerden bulmuşum şimdi hatırlamadığım. istanbul beni bazen öyle yakalıyor ki, hayret ediyorum, rüzgarın elleri var bu şehirde, tozun yaşamışlığı ve denizin kimsenin bilmediği bir kokusu, hayatın içinde herşey, oysa bir kere çıktın mı oyundan sonsuza dek yabancısı kalırsın.
bir cuma, elimde bir kitap, madam anahit'in kırmızı ruju kalıyor yüzümde, kokusunu şimdi hatırladığım o tuhaf parfüm, sabunlu. şimdi hepsi albümlerde bir sır, yaşamıma dair ipuçları, sevdiklerimiz göçüp gitmiş, arka sayfadaki sarman kedimiz bile....
bir cuma, kapatıyorum bir albümün kapağını, artık ne bilirsem bileyim hiçbirşey bilmediğimi bilerek, bütün yavru kediler büyüdüklerinden ölüyor, kimsenin haberi yok, rüzgarın bile.
kuşlar kalkıyor aya irini üstünden
bir sap ot kulaklarının arkasında.
ben sonunda burdasın işte diyorum kendi kendime
burda eski bir atlasın kesiştiği yerde.
bir kedi gözlerini dikmiş sana bakıyor
ve aşağılarda gök ne kadar aşağılarda olursa.
ve karşıdan karşıya geçmeye çalışıyor bir kadın.
ben seni düşünüp korkunç ince diyorum görmediğim boynu.
önümden çerçiler askerler bıçak bileyiciler geçiyor
ve asık suratlı kazmacıları dünyamızın.
bir ses seninle aynı yarımadadayız diyor
ve yitiyor sonra pera'nın eski bir sokağında.
pera'nın eski bir sokağını tepiyorum ben böyle her akşam
her akşam tabanımda senin çamurun.
i.b
17 Şubat 2011 Perşembe
ben aşkı mineraller, bitkiler ve melekler olarak düşüneceğim*
bazılarımızın çocukluğu hiç bitmez...
(tıklayınca açılır youtube'nin kapısı)
“do you know, i always thought unicorns were fabulous monsters, too! i never saw one alive before!”
“well, now that we have seen each other,” said the unicorn, “if you’ll believe in me, I’ll believe in you.”
l.c
turkish blue
(tıklayınca açılır youtube'nin kapısı)
böyle rüzgarlar birdenbire yön değiştirip
güneye göçen leylekler tuhaf bir
polka gibi havada döndüğünde
hep böyle bir gelme ve git
me haliyle yapraklar
birbirine sarıl
arak dön
düğün
de.
turkish blue
hep beklenen birisi
artık beklenmeyip beklememeye
yani alışıp evine döndüğünde
çayın altını yakıp herşeye kendini
alıştırıp ama yine de biraz ağlayıp
biraz güldüğünde senin de
mavi bir yatağın
olacak mı turkish blue
l.m
güvercinli güvercinli
eğreltiotlarına
kimya kitaplarına
karpuz satıcılarına soruyorum balkondan bağırarak
bilmemek ayıp değil ki öğrenmemek ayıp
ama sevdamızın her şeyden bir fazla oluşuna kimsenin aklı ermiyor
okul kırmış çocuklardan bir fazla uçarı
adem'le havva'dan bir fazla çıplak
gerçi esmeriz ya, marilyn monroe'dan bir fazla sarışın
bir fazla istanbul efendisi yaşlanmış çınarlardan
istanbul dedim de aklıma orda olduğun geldi
karı muhabbetlerinde mi her allahın günü
carıl curul mu yine tatlı kaçık istanbul
ne halt edersen et en çok sedef bakışını arıyorum senden ayrıyken
en çokdan çok da dünyaya meydan okuyan gülüşünü
şiirim diyorum ona, bu sözü bir fazla hak ediyor bütün şiirlerimden
yaban gülüm diyorum
çılgınlığım
vazgeçemediğim
birden güvercinli güvercinli gülüyorum
bak
sevdamıza bir numara dar geliyor sanki şimdi yeryüzü
a.a
16 Şubat 2011 Çarşamba
aşk akışına uygundur ırmakların...
kendini toparlayıp - toparlanıp - yaşamın boyunca zaten yöneldiğin; ama,hiçbir zaman o, istediğin - kendini hiç gelmeyeceğine inandırarak bekleyip durduğun- anlamda gelmeyeceğini varsaydığına, uygun olmanı gerektiriyor artık o :-
tam da senin istediğini istiyor (hani "de"miştin ya "işte": "tam kendin olarak, tam kendisiyle yüzyüze geldiğin bir başka kişiyle birlikte, birşey yaşadığında (bir sevinç, bir acı...) - o zaman gerçekten yaşarsın.")
işte-
ne "de"rsin "ki" şimdi "işte"...?
o'nu, işte-
şimdi hayallerinin gerçek de olabileceğini düşünebilirsin - bu berbat dünyada, düşlerinin gerçekte karşılığının bulunabileceğini...çünkü, var, artık, o-
o.a
15 Şubat 2011 Salı
djokovic in wonderland
bu kez gerçek bir masalı anlatıyor masalcı,
gözlerinde gene binbir gecenin ayartıcılığı,
sesinde uzaklıklar, deli rüzgarlar,
körkuyular, yolculuklar, kervansaraylar
here comes the rain again
tam da yağmur yağarken...
ısıtırken yüreğimizi bölüştüğümüz çilekler, konuşalım seninle...
istersen bana düşlerini anlat,
istersen sus sabahın sisli alacasında
yollara düşerken tökezlediğin,
dağ yamacındaki çiçekleri kokla
ve başla gene de anlatmaya
suyunu içmeye eğildiğin
o keklik pınarını, uykulu kanatlarıyla
havalanan kuşları…
bir ince marangozdun sen pekeriç
kuytusunda,
uzakta su değirmeni,
yatağın toprak damda,
düşlerinde bıldır yağan kar.
haydi bir cigara sar şimdi
nasırlı parmaklarınla
ve bana düşlerini anlat:
“ah o bulutsuz gökyüzü, o çırpıntısız deniz,
kumsalını, kayalıklarını uzaktan görebildiğimiz
c.ç
14 Şubat 2011 Pazartesi
iki buğulu ağaç olalım, ben sana iki serin taş
"biz iki ayrı ırmak gibi ayrı yerlerden kopup geldik, kavuştuk bir noktada, yanıbaşımızdan küçük bir kol da alarak büyük bir nehir meydana getirdik; birlikte akıyoruz şimdi. nicedir bu böyle. hep de böyle olacak. denize dökülene, ölene dek."
c.s
...
feels like fire dreams are like angels
they keep bad at bay love is the light
scaring darkness away this time we go sublime
love is danger ~ love is pleasure
love is pure ~ the only treasure
autour des amandiers fleurissent les mondes en sourdine...
( tıklayınca açılır youtube'nin kapısı)
şimdi bütün gün yaşlı kadınlar gibi çiçeklerle konuşuyorum, kokusu sen, sıcaklığı senden...
ısrarla merak ediyordun, sesin ısrarla uzuyordu... sana dönüp yansımamı görmek istiyorum dedim, sana neyi hatırlatıyorsam onu, sen hangisini gördüğünde beni anımsıyorsan o, kokumu hangisinde bulduğuna sen karar ver. henüz bilmiyordum, bilmiyordum bu dünyanın cennetinin saçlarıma bırakılacağını. ve bilmiyordum nasıl sulanır orkideler, nasıl konuşulur güllerle, şu inatçı kardelenler nasıl uyuyacak bunca sıcakta ve bilmiyordum beyaz zambaklar nasıl kokar, papatyaları tanıyordum sadece gülümsemeleri yüzünde.
şimdi ilk defa böylesine somut, kelimesiz bir dil konuşuyor benimle, sen olmadan, senin sesinle. ben senin gözünde neye benzediğimi bir gülün taç yaprakları dokunurken öğreniyorum dudaklarıma. saçlarım karışıyor cennetine, sonsuz bir bahara teslimken ellerim.
sahi şubatta kim uyandırdı bunca kelebeği yatağından...
sen, âh, ömrümün tenhâ ankâsı
gecenin şehlâ sessizliğinde
göğsünün masum taçyapraklarını öpüyorum
ağzımın kâğıt diliyle
kâğıt dudağıyla ağzımın-
sahi, bir sözün kızteni duruluğunda
uyuyorsun saf kelebeksi kollarınla
etinin serin tülden uykusunu
sen, âh, ömrümün tenhâ ankâsı
göğsümü uyuyan hercai erguvanım
ağzının üşümüş denizlerini öpüyorum
ağzımın beyaz diliyle
beyaz dudağıyla ağzımın-
sahi, bir imgenin kızkuşu akşamında
uyuyorsun saf ipeksi kollarınla
etimin suskun tülden uykusunu
sen, âh, ömrümün tenhâ ankâsı
tenhâ şair tenimde
göğsüme damlamış
ılık tenini uyuyorum hâlâ
h.a
we promised undying love until the sun at midnight burns the sky...
( tıklayınca açılır youtube'nin kapısı)
ödünç aldım kokunu kendi tenimde,
sen kokuyor yüzeyi bedenimin,
her gözeneği.
n.m
13 Şubat 2011 Pazar
11 Şubat 2011 Cuma
bahçende sıçrayan ağustos böcekleri hala saçlarımın içinde...
ben, kendine dokunan ve kendiyle çoğalan her aşka kalbini veren kadın...
doğru muydu hayaletlerin her kaybedişi görünür kıldığı... bu odada ve bu sonsuzlukta nasıl çılgınca dileniyorum hayatı!... eğer yağmur yağınca içeri gireceksen seninle gitmem uzak ülkelere. ya da gölgelerine sığınan evimde yeşermeye çalışan canlı bir kaktüsü şımartırken, rüzgara eğimli bir mektup düşürmezsen penceremden; seninle yaşayamam aşkı. öylesine zor bir uyku şimdi seni düşünmek. sarılışlarıma yanıt olarak içebilir misin gözyaşlarımı... ama dur!... tenin sıcaklığında kaderime bulaşacak bir iz bırakacaksan; dur ve yalnız ürpertisini yolla gerçeğin... belki de sana gelmek yerine saçlarımı boyatmalıydım. bir şiir bırakmak için, tıpkı o şarkıda olduğu gibi; sadece beni sev diye...
inan adaletli değil hiçbir alışveriş. bu uzaklıklar bakışlarından geriye kaldı. yine de trenin sesini duy diye fısıldayacağım. ankara expresi satırlarıma girerken ilk kez seni sevdiğimi söyleyeceğim. güçlü ve güzel kalmalıyım: kışın, yazın ve daha çok hüzünlü sonbahar geceleri. inan dokunduğum bir koku bu; ellerime inan... hiç ağlamadığın bir şey mi yoksa sana anlatmaya çalıştığım... doğruyu söyle... çünkü benim için bir gün kızıl bir sabahtı. kırmızı paltolu bu küçük kızı kimsenin gözü bir yerlerden ısırmıyordu. inanabilirdin o zaman kanatsız bir melek olduğuma. yüreği taştan bir kaderin esiriydim ve yakabilirdim tüm kenti...
şimdi bana dokun, öyle yavaş... affetmek yok... kalbin üzerinde unutulmuş bir el gibi, göreceksin
daha çok seveceğim seni.
inan anımsadığın bir koku bu...
inan anımsadığın bir koku bu...
ellerime inan...
u.u
*belki de suç, kırmızıyı seven mavi bir kadını mora çevirmek, yine de içimden geçen bu.canım nil yazmış bloğunda umay'ı, bende de olsun istedim, kırmadı kucakladı beni.
10 Şubat 2011 Perşembe
oysa belleğimde, gökyüzü yerinde duruyor mu diye pencereyi açıp kendi içini yoklayan bir insan görüntüsü vardı
şişhanenin taksim merdivenleri tırmanırken duydum müziği ( paul chambers - yesterdays), gülümsedim. kulağımdaki müziği kapatıp, ayaklarımın götürdüğü müziğe sürüklendim. kahve kokusu beraberinde geldi, fındık, tarçın... insan kendini bir büyüye kaptırmış giderken hayal ediyor. hava kararmak üzere, rüzgar uçururken atkıları, telaşlı bir kalabalık yürüyor tünelden istiklale, üşümüş. tramvay sislerin arasında bir geçmiş, şemsiyeleriyle madamlar inecek sanıyorsunuz.
sevdiğim şeylerin bir kısmı şu küçücük meydanda toplanıyor. hayatı ta içimizde duyumsadığımız yerler var, kokular var tanıdığımız, inceliğin ruhumuzu bir kelebek gibi tuttuğu. lale plağa sürükleniyor ayaklarım. işte buranın bir kokusu var ki, kendinizi evinizde hissettiren, kapıda sarman dolanırken ayaklarıma gülümsüyorum.keyifle dahası güvenle okşatıyor başını.bir adım sonra başka bir parça (you'd be so nice to come home ) geliyor, hah şimdi tam oldu, yatıya kalırız ısrar olursa diyorum, kahkahalar atıyor önümdeki grup. mutlu yüzler dükkanı burası, insanın kendine hep katarak ayrıldığı, ruhunu müzikle doyurduğu, bir an dünyanın tamamını böyle sandığı bir yer. oysa belleğimde, gökyüzü yerinde duruyor mu diye pencereyi açıp kendi içini yoklayan bir insan görüntüsü vardı, az önce tam da bu vardı, şimdiyse bütün dünya gülümsüyor içime.
incelikler yüzünden diyorum, unutulmuş incelikler yüzünden, lale kokuları doluyor burnuma, alabildiğine kırmızı.
p.s; parça adlarının üstüne tıklarsanız, siz de müziği duyarsınız.
sıcağı sıcağına kafelerde post yazan y.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)